SOSYALİZMKAZANACAK MY RC WORLD ip-numaram.com IP adresi

https://img.webme.com/pic/n/naazimca/yesil.jpg
   
  CAMFROG SOSYALİZMKAZANACAK KANALI
  TURKIYEDEKI DEVRIM AYAKLANMALARI
 
Ankara'yı Sarsan Ayaklanma:
KOZLU DİRENİŞİ

Türkiye işçi sınıfının tarihinin en önemli sayfalarından biri de 1965 Kozlu Kömür Ocakları direnişidir. Maden işçilerinin iki yiğit evladını şehit verdiği bu büyük direniş, neredeyse yüz yıldır Zonguldak madenlerini bir köleci sistemle işleten mantığa en ciddi darbe olmuştur.
Direniş, 10 Mart 1965’te Ereğli Kömür İşletmesi’ne bağlı Gelik, Çaydamarı, Kilimli ocaklarında 6 bin işçinin “liyakat zamları”nın dağıtımındaki eşitsizliği prortesto için işbaşı yapmayı reddetmesiyle başlar. Yetkililerin kandırmacalarına kulak asmayan işçiler bütün ocaklara el koyarak trenlerle gelen diğer işçileri de ocaklara sokmazlar. Bu arada duruma müdahale eden iki mühendis de işçiler tarafından dövülür. Olayları bastırmak için yanında 100 jandarma ile bölgeye gelen Zonguldak Valisi ise işçilerin ocakların çevresine kurduğu barikatlar nedeniyle eylem yerine ulaşamaz. İşçilere bir konuşma yaparak işbaşı yapmalarını isteyen Vali, protesto gösterilerine sinirlenerek sertleştiğinde ise kazma ve küreklerle üstüne yürüyen işçilerden kendisini zor kurtarır.
12 Mart günü ise devlet artık işi daha ciddiye almaktadır ve elebaşlarını yakalayıp cezalandırarak ayaklanmayı kırmak niyetindedir! Kozlu’ya getirilen askeri birlikler bu amaçla işçilerin üzerine sürülür. İşçilerin dağılmayı reddetmeleri üzerine ise jandarma ateş açar ve Satılmış Tepe ve Mehmet Çavdar isimli direnişçi işçiler olay yerinde şehit düşerler. Yaralı sayısı ise otuzun üzerindedir. Bu arada on beş jandarma da yaralanmıştır. Tabii yetkililerin açıklamalarına göre (daha sonraları başka katliamlarda da hep söyleneceği gibi) jandarma aslında havaya ateş açmıştır!
Arkadaşlarının ölümü üzerine bu kez işçilerin hedefi Kozlu’dur. Kozlu Dispanseri’nin önüne gelen binlerce işçi burada bir mühendisi rehin alırlar. Buna karşılık şanlı Türk devletinin bulduğu çözüm ise savaş uçaklarına Kozlu üzerinde alçak uçuş yaptırmak ve böylece işçilerin “gözünü korkutmak”tır... Mehmet Çavdar’ın cesedinin teslim edilmesini isteyen devlet yetkililerine işçilerin verdiği yanıt “arkadaşımızın ölüsünü kimseye vermeyiz” olur.
Akşama doğru işçilerin Zonguldak’ı basacakları söylentisi yayıldığında, artık bütün devlet erkanında panik yaratmıştır. Çevre illerden takviye birlikleri istenir ve şehirdeki bütün resmi daireler kapatılır. İşçiler gerçekten de şehrin bütün giriş-çıkışlarını kesmişlerdir. Madenciler sık sık şehri koruyan jandarma barikatlarının önüne geliyorlar ve bu tacizler sonucunda barikatlar adım adım geri çekiliyordu.
13 Mart sabahında ise hükümet olayların sürdüğünü kabul ederek konuyla ilgili haberlerin radyodan yayınlanmasını yasaklar. Aynı gün İçişleri Bakanı, Çalışma Bakanı ve Enerji Bakanı Zonguldak’a gelirler ve işçilerle görüşürler. Bakanlarla görüşerek pazarlık yapan işçiler akşamüstü ocaklara inmeyi kabul ederler.
Bu arada 71 işçi gözaltına alınmış, bunlardan 14’ü tutuklanmıştır. Olayların yeniden patlayabileceği korkusu hükümette öylesine yoğundur ki, Karabük, Adapazarı ve Ereğli’den getirilen askeri birliklerin yanı sıra bir tuğgeneral komutasındaki jandarma birlikleri de şehirde ve ocaklarda konuşlandırılmış, ayrıca 2. tümene bağlı 13. ve 20. alaylarla bir topçu taburu da Zonguldak’a sevkedilmiştir.
Bundan sonrası ise Türk-İş’in anti-komünist yöneticilerinin işçi düşmanlığını göstermesi açısından ilginçtir. Örneğin Türk-İş başkanı Seyfi Demirsoy’a göre havzada aylardır kömünist bildirileri dağıtılmakta, hatta bazı işçiler sarhoş edilerek olaylara sürülmektedir! Türk-İş cephesinden bütün olaylar hakkında söylenen en olumlu laflar bile “güvenlik kuvvetlerinin biraz ölçüyü aştığı”ndan ibarettir.
TİP Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın söyledikleri de bu çizgiyi aşmaz. “Her türlü yasadışı olayın karşısında olduklarını” ısrarla vurgulayan Aybar, “devletin ölçüyü aşan bir mukabelede bulunduğu”nu söylemektedir.
Kozlu işçisinin öfkesi ise aslında hiçbir zaman dinmez. Tarihi boyunca hep aldatılan Zonguldak madencisi, sonraki yıllarda da sık sık ayağa kalkacak, özellikle 1968’de yeniden Zonguldak’a inen 25 bin işçi, geceyarısına kadar şehri adeta işgal edecek, bu arada kendilerini durmadan satıp duran sarı sendikanın camlarını aşağı indirmekten geri kalmayacaktır. .

Zulme Karşı Anadolu'da Yükselen Direnişlerden;


Babai Ayaklanması

Babailer Ayaklanması, 1239 yılında Anadolu Selçuklu devletine karşı dinsel yönü olmakla birlikte siyasal ve toplumsal yanları ağır basan bir Türkmen ayaklanmasıdır. Kentlerdeki Sünni halka dayalı bir devlet örgütü kuran Anadolu Selçukluları sınırlarda ve kırsal bölgelerde yaşayan Türkmenleri giderek dışladılar.
Kentleşmenin önem kazanmasıyla kırsalda yaşayan insanların ekonomik durumu başta olmak üzere toplumsal yönden farklılıklar iyice belirginleşmeye başladı. O yıllardaki Moğol istilası yüzünden Horasan bölgesinde yaşayanlar Anadolu’ya göç etmişlerdi. Anadolu Selçuklu devleti bu yeni gelen göçmenlerden rahatsız olmuş daha batıya geçmelerine engel olmuştu. Anadolu’daki yerli halk ve daha önce buraya gelen göçmenlerle güç birliği yaparak yeni gelen Türkmenlerle ellerindeki otlak arazileri paylaşmak istemediler. Böylece son gelen Türkmenler Güneydoğu Anadolu’da sıkışıp kaldılar ve yığılmaya başladılar.
Geçim kaynakları olan hayvancılık için, yeterli otlak bulamadılar ve yoksulluk içine düştüler. Aralarında çıkan anlaşmazlıklarda Selçuklu devleti tarafsız davranmadı.
Anlaşmazlık çıkmasının sebeplerinden birisi de, kent kültürüne gaçmiş olanların göçebe gelenekleri sürdüren çoğunluğu aşağılamaları, onları kendi toplumundan ve devletlerinden kültürel olarak da dıştalamalarıydı. Bunun sonucu göçerler Selçuklu devletine vergi vermemeye ve buyruklarını dinlememeye başladılar. Topraklara sahip çıkan yerleşik Türkmenler ve yerli halklarla aralarında yer yer çatışmalar yaşandı. Selçuklu Devleti yerli göçmenlerden yani daha önce burayı yurt yapmış olan Türkmenlerden yana tavır koyuyor onları destekliyor diğerlerini cezalandırıyordu. Ve bunun yanı sıra Selçuklu sultani II. Gıyasettin Keyhüsrev’in halkı ezen adaletsiz yönetimi, haksızlığa uğramış yoksul Türkmenleri devlete karşı isyan ettiriyordu. Baba İlyas, doğrudan doğruya bu sömürü sisteminin yıkılmasına yönelen bu hareketi örgütlemek ve yeni bir toplum kurulması fikrini topluma yaymak üzere halifeler görevlendirerek Türkmenler arasında bir ayaklanma örgütlemeye başladı.
Ekonomik ve toplumsal açıdan olduğu kadar dinsel inançları bakımından da kentlilerden ayrılan Türkmenlerin İslamlığı, kentlerin Sünni İslamlığından farklı, Türklerin eski şaman geleneklerinin, tasavvuf biçimine girmiş Şiiliğin, bazı yerel inançların etkisini taşıyan bir İslamlıktı. Kırsal kesimde dinsel yaşamın düzenleyicileri, kentlerdeki Sünni ulemadan çok farklı, eski Türk Şamanlarının İslamlaşmış bir devamından başka bir şey olmayan Türkmen babalarıydı.
Öte yandan iktisadi güçlükler ve Moğol istilalarının yoğunlaşması Türkmenler ile Selçuklu yöneticileri arasındaki çelişkiyi derinleştirmiş, onları devlete karşı asi bir öğe durumuna getirmişti. Bu ortamda Amasya’nın Çat Köyü’ne yerleşen yarı Türk şamanı, yarı İslam şeyhi Baba İlyas, dinden ve adaletten ayrılmakla suçladığı Selçuklu yöneticilerine karşı propagandaya başladı. Daha sonra da II. Gıyasettin Keyhüsrev’e karşı açıktan açığa savaş ilan etti. Kısa sürede Baba İlyas’ın etrafında toplananların sayısı giderek arttı. Yönetimine karşı bir ayaklanma hazırlandığından haberdar olan II. Gıyasettin Keyhüsrev, askerlerini 1239’da ansızın Baba İlyas’ın üzerine saldırttı ve ayaklanmanın başlamasına sebep oldu. Baba İlyas, Urfa Harran bölgesindeki Harzemşahları da Selçuklu Sultanı’na karşı savaşa çağırdı.
Diğer taraftan da Baba İlyas’ın halifesi Baba İshak’ın öncülüğünde harekete geçen Türkmenler, Sümeysat (Samsat), Kahta, Adıyaman bölgesinde ayaklandılar. Üzerlerine gönderilen Malatya Subaşı’sı Muzafferettin Alişir’i iki kez yendiler, ardından Sivas’a yürüdüler. Sivas’ı yağmaladılar. Burada, soyluları kılıçtan geçirip, mallarını halka dağıttılar.
Sonra kendilerine katılan göçebe Türkmenler ile sayıları daha da artmış olarak Baba İlyas’a kavuşmak üzere Tokat ve Amasya’ya doğru ilerlediler. Telaşa kapılarak korkan II. Gıyasettin Keyhüsrev, Beyşehir Gölü üzerindeki Kubadabad Adası’na çekildi. Ünlü komutanlarından Mubarizettin Armağanşah’ı Amasya Subaşı’sı atayarak ayaklanmayı bastırmakla görevlendirdi.
Türkmenler’den önce Amasya’ya varan Armağanşah, Baba İlyas’ı yakalayarak kale burcuna astı. Halkın kendisine atfettiği ölümsüzlük efsanesini yıkmak üzere bütün cesedi parçalanarak doğrandı. Baba İlyas’ın ölümsüzlüğüne inanan Türkmenler, Amasya’ya ulaştıklarında kente saldırdılar ve Armağanşah’ı öldürdükten sonra, Konya’ya doğru yürüdüler.
Bunun üzerine Sultan, Moğollar’a karşı Erzurum ucunda bekleyen ordusunu harekete geçirdi. Selçuklu hizmetindeki Frank ve Gürcü birlikleri de orduya katıldı. Selçuklu ordusu, Baba İshak önderliğindeki Türkmenler ile Kırşehir’in Malya ovasında karşılaştı. Baba İlyas’ın dinsel gücünden ürken İslam askeri savaşmaktan çekindiği için, ilk olarak Hıristiyan askerleri savaşa sürüldü. Hıristiyan öncüler Türkmenlerin ilk hücumunu püskürtünce cesaretlenen İslam askeri de savaşa girdi. Baba İshak bu savaşta öldürüldü (1240). Babai’lerin büyük çoğunluğunun kılıçtan geçirilmesiyle ayaklanma kanlı bir şekilde bastırılarak sona erdi. Babailer Ayaklanması, azınlığın üretici çoğunluk üzerindeki egemenliğine karşı ilk belirgin ideolojik ve toplumsal tepki olarak Anadolu halklarının belleğine yerleşti.
Ayaklanmanın Babailer olarak adlandırılmasının sebebi, Baba İshak ve Baba İlyas’ın dinsel önderliğinin ifadesinden dolayıdır. Şamanlar da dervişlere “baba”, “ata” ya da “dede” derlerdi. Türkmenler de islamiyete geçmelerine rağmen bu geleneklerini korumuşlardır.
Yesevi tarikatına bağlı ve bu düşünceye göre yetişmiş olan Baba İlyas, Horasan’dan Anadolu’ya göç etmiş bir derviştir. Tanrı sevgisinin dinin katı kurallarıyla şekillenemeyeceğini, İnsanın ancak kendi gönlünce bu aşkı bu sevgiyi yaratabileceğini söylüyordu.
Baba İlyas’ın inancına göre toplumda kadın erkek ayrımı yoktu. Bunların eşit olduğu toplum bir bütündü. Fakat Anadolu’daki Selçuklular ve onların egemenliğindeki beyliklerin düzeninde, güçlüler yeryüzünü kendi aralarında paylaşmışlar ve böylece kendi lehlerine eşitliği ortadan kaldırmışlardı.
Baba İlyas bu düzene karşı çıkarken, bütün insanların eşit, kardeşçe ve elbirliği ile üreterek barış içinde yaşamalarını savunmuştu. Bu uğurda mücadele edip tarihte onurlu bir yer kazanan Baba İlyas ve Baba İshak’ın karşısında, Keyhüsrevlerin adı bile anılmamaktadır.
 
Osmanlı'nın Düzenine Karşı Komünar Temelde
Eşitlikçi Bir İsyan;

Şeyh Bedrettin Ayaklanması

Tarih, Osmanlı devletinin taht kavgalarıyla doludur. Kardeş kardeşin gözünün yaşına bakmaz. Bu taht kavgalarının bir başka yönü daha vardır. Kavgaların yansımaları farklı türlerdedir. Bu yansımalardan birisi halka olanıdır. Gerçi çok fazla da bir şey yansımaz buraya. Yansıyanlar da eşitsiz ve adaletsizliktir. O dönemde dahi karşımızda olan yoksulluktur. Çoğunluğun aç olması, azınlığın rahat yaşaması halidir olan.
Devrimci mücadelenin tarihten bugüne getirdikleri bunun için önemlidir. Eşitsiz ortamın olduğu her zaman buna karşı bir hareketlenme, başkaldırı vardır. Bu başkaldırılar anladığımız anlamda örgütlü olmasa da özünde devrimci, iktidarı ele geçirici bir ruh yansıtır. Yüzyıllar önce de böyleydi, şimdi de böyledir, önümüzdeki yıllarda da böyle olacaktır. İnsanlığın zulme karşı mücadelesi hiçbir zaman bitmeyecektir. Topluma önderlik eden ve edecek olanlar daima var olacaktır. Gelecek de bu önderliklerin yaratmış olduğu değerlerin üzerinden kurulacaktır.
1400’lü yıllara kadar gittiğimizde “geçmiş” için söylediklerimizin doğruluğu ortaya çıkar. Tarih bir kere daha bizi haklı çıkarır. Düzenin yok etme politikasının tarihin her döneminde olduğunu da… Döneminin önderi Şeyh Bedreddin de asılarak katledilmiştir. Asılırken de kahramanca sözünden geri dönmemiş, kurulu düzene boyun eğmemiştir…
Kesin olmayan tarihlere göre Şeyh Bedreddin 1365 yılında Edirne’nin kuzeyinde Eskizagna-Kızanlık yolu üzerinde Simavna kasabasında doğmuştur. Eğitimine de Edirne’de başlamıştır. Buradan Bursa ve Konya’ya geçerek fıkıh, hadis, kelam, belagat, tefsir gibi eğitiminlerini tamamlar. Daha sonra hayatını değiştirecek yer olan Mısır’a doğru hareket eder. Mısır’da Muhammed Bin Ekmeleddin, sonradan ünlü bir tıp bilgini olan Hacı Paşa, ozan Ahmedi, Şemsettin Fenari gibi islam düşüncesinin o çağda önemli aydınları arasında yer alıp ilk tasavvuf eğitimini alır. Şeyh Hüseyin Ahlati de bu bilginlerden birisidir. Şeyh Ahlati Alevidir. Şeyh Bedreddin ise, aldığı eğitim çerçevesinde sünnidir. Ancak aradan geçen zaman Şeyh Bedreddin’i Alevi anlayışa doğru sürüklemiştir. Şeyh Hüseyin Ahlati öldükten sonra onun yerine geçer. Bu görevi fazla uzun sürmez. Şam, Halep, Karaman, Konya, Aydın, Tire ve İzmir’e uğrar ve 1406 yılında Edirne’ye gelir.
Bu zamanlar yukarıda bahsettiğimiz Osmanlı’nın taht kavgaları yaşanmaktadır. Musa Çelebi bu kavgadan “galip” çıkarak Edirne’yi ele geçirir. Şeyh Bedreddin kazaskerdir artık. 1413 yılında bu görevi son bulur. Musa Çelebi’nin kardeşi Çelebi Mehmet tahtı ele geçirir ve Şeyh Bedreddin’i İznik’e sürgüne gönderir. Şeyh Bedreddin burada örgütlenme faaliyetlerini artırır. İnsanlar daha önce de söylediğimiz gibi, taht kavgalarından dolayı huzursuzdur. Bu huzursuzluğunun yanında Osmanlının baskıları da eklenince bıkkınlık artar.
Bedreddin’in de insanlara vaat ettiği düşünceler bu çerçevededir. Bedreddin sevgiyi, insanın bütün kötülüklerden kurtulması, yücelmesi ve Tanrı katına yükselmesi olarak anlar. Eşitlik ve kardeşlik düşüncesini hep ön planda tutar. Bu anlamıyla döneminin komünar önderlerindendir. Bu önderlik Anadolu topraklarında bir kesişme noktası olmuştur.
Bedreddin cenneti dünyada arayanlardandır. Varidat adlı eserinde Tanrıyı “bütün işlerin kendi özünden doğması, olgunluk nitelikleriyle nitelenmiş olması yüzünden salt varlık” olarak açıklarken, “salt varlığa” yüklenen “yalnız kendisiyle, kendi özü ile varolan, başka bir nesnenin varlığını gerektirmeyen varlık” anlamıyla, hem yaratılmanın hem de yoktan varolmanın reddiyle, her insanın Tanrı’nın dünya üzerindeki görünümü olduğu biçimde açıklar. Bu anlayış İslama, şeriat ilkelerine tamamen aykırıdır. Biraz daha açarsak Şeyh Bedreddin, yeniden dirilişi “bir gövde ile ayrıntıları, dağılıp yokolduktan sonra yeniden eski biçimine dönmez, yeniden birleşip bütünleşemez, var olamaz” diyerek ret eder.
Bu görüşler Anadolu’ya yayılır. Bunda en önemli rol de Şeyh Bedreddin’in müritlerinden özellikle Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’dir. Anadolu’nun değişik kentlerinde örgütlenme çalışmaları yapan bu insanlar Şeyh Bedreddin’e oldukça insan kazandırmıştır. Börklüce Mustafa Aydın’da, Torlak Kemal ise, Manisa’da Osmanlı ordusuna karşı direnişler gerçekleştirmektedir.
Bu direnişler Osmanlı tahtı için tehlikeli görülür. Çelebi Mehmet direnişi bastırmak için askeri gücünü seferber eder. Karaburun’da Börklüce Mustafa işkence edilerek öldürülür. Bu direnişlerde Osmanlı ordusu kayıplar vermektedir. Fakat, direniş bastırılır. Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal işkencelerden geçirilir. Bu işkencelere karşı kahramanca direnilir, teslim olunmaz. Bu yenilgiden sonra Şeyh Bedreddin, Rumeli’de önce Eflak, oradan da kendisini sevenlerin çok olduğu Deliorman’a gider. Burada Osmanlı Ordusuna esir düşer ve Serez Çarşısı’nda, 1420’de idam edilir.
Şeyh Bedreddin’in müritlerinden Börklüce Mustafa, bazı kaynaklara göre, Sakız Adası yörelerinde Hıristiyanlar ve keşişlerle ilişki kurup, onlara Şeyhin görüşlerini açıklamış, böylece belki de o güne kadar dini farklılıkların üstünü örttüğü “hak edilmiş bir ortak yaşantı” kurmak amacıyla ortak davranma yollarını araştırmıştı.
Bedreddin’i diğer ayaklanmalardan ayıran fark kolektif emeği savunması ve emeğe verdiği değerdir. Sömürünün ortadan kalkmasıdır. Eşit, ezilen-ezen çelişkisinin yaşanmadığı bir dünya özlemidir. Bedreddin’e göre, dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünleri insanların ortak malıdır. Bedreddin bu bağlamda derki “Ben senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim, sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve hepimizin malıdır.” Ayrıca bir farkı da13. yüzyıl boyunca Anadolu’daki ayaklanmaların öncüsü, esin kaynağı olmasıdır. Devlet düzenini zora dayanarak sarsmasıdır. Devletle çatışarak yaşamını kaybetmesidir.
Mısır’da aldığı eğitimin bunda oldukça etkisi olmuştur. Bu süreç, Bedreddin’i uğrunda canını kaybettiği eşitlikçi-devrimci düşüncelere yöneltmiş, tanrısal gerçeklere varmanın yolunu ancak Tanrı ile kurulacak yakınlık sonucu Tanrı ışığının içe doğuşundan geçtiği, insanın Tanrı ile özdeşleştiği ve cennetin ancak bu dünyada kurulabileceği fikrine ulaştırmıştır. Bu da Bedreddin’le, aynı kanıları paylaşmayanlarca, dinsiz, sapkın ve asi ilan edilmesini sağlamıştır. Aynı zamanda yeryüzünde olduğunu iddia ettiği cennete erişmek isteyen, çünkü cehennemi yeryüzünde bulmuş olan ezilenlere yol gösterdiği için, egemenler tarafından bir kargaşalık kaynağı olarak algılanmasının gerekçelerini yaratmış, egemenler katında kargaşalığın kaynağı olarak gösterilmesine yetmiştir.
Ayrıca İslam dininde Tanrı ile kul arasında kurulan ilişkilerin başında gelen ibadet, islam geleneğinde Tanrı’ya bağlanmak, kulluk etmek biçiminde geçerken, Bedreddin’de farklı bir içerik kazanır. Bedreddin’e ibadetin esas anlamı, namaz, oruç, zekat vb. biçimleri altında yapılırken, insanın bütün kötülüklerden arınması, Tanrı’ya kavuşmasıdır. İbadet ancak bütün kötülüklerden ve özellikle bütün çıkarlardan arınmış bir gönülle yapılması gereken ahlaki bir sorundur.
Bedreddin’in cennet hakkındaki görüşlerini biraz daha açarsak, “birtakım insanlar, birtakım insanlara taparlar, kimi altın ve gümüş paralara, kimi yenilecek, içilecek nesnelere tapar da Tanrı’ya taptığını sanır” derken, ibadetin dışa dönük bir görevin yerine getirilmesi, bir çıkarın sağlanması, cennete gidilmesi amaçlarıyla yapılmasını açık bir dille ret eder. Bedreddin’e göre Tanrı’ya ya da başka bir deyişle Tanrı’nın bir görünüşü niteliğine kavuşma çabasındaki insana yakışan, mülk ortaklığının olduğu bir toplum düzenidir.
Şeyh Bedreddin dönemin eşitlikçi komünar önderidir. Topluma gerçeği gösteren bir ışıktır. Ve o ışık hiç sönmemiştir. O ışığı taşıyanlar zalimlerce katledilmiştir. Bedreddin ve sonrasında olduğu gibi. Bu katliamların zalimlere bir şey kazandırmadığı açıktır. O zamandan günümüze zalimlere karşı direniş bayrağı taşınmaktadır. Ezilenlerin tek kurtuluşu sosyalist, komünist toplumu yaratmaktan geçer. O yolculuk hala devam etmektedir. O kadar katliamlara karşın o ışığa kimse dokunmamıştır, dokunamayacaktır da….

Ağrı Ayaklanması

Kürt halkı, tarih boyunca her zaman kendilerine dayatılan inkâr ve imha politikalarını direnişlerle yanıtlamıştır. Bu yüzden Kürdün tarihi hep katliam ve isyan tarihidir.
Bu isyanların en önemlilerininden biri de Ağrı Ayaklanması’dır. Şeyh Sait isyanın bastırılmasından sonra, Kürtler Irak, Suriye ve İran'a geçerler. 1927 yılında Kürtler küçük de olsa sisteme karşı savaşlarını çeteler halinde sürdürürler. Devlet bu kez işi sıkı tutmakta, Kürt coğrafyası özel plana tabi tutulmaktadır. Bölgede "genel müfettişlik" adı altında bir birimin kurulması da bu döneme rastlar.
Bu arada Kürt yurtseverlerinin örgütlenme çalışması devam etmektedir. Birlik ihtiyacınin bir sonucu olarak da Lübnan'ın Bihandan kasabasında Xoybun (Bağımsızlık) Cemiyeti kurulur. Xoybun, geniş bir kesimi bir araya getirmiştir. Bey, ağa, doktor, asker, öğretmen, gazeteci, bilgin, aydın, köylü gibi bir yelpazeyi ifade eder.
Türk egemenleri de askeri harekatlara ağırlık vermeye başlar. Kürt direnişçileriyle Türk devleti arasında ilk çatışma 16 Mayıs 1926'da gerçekleşir. İran'daki aşiretlerin de desteğiyle Kürt direnişçiler Türk ordusunu yener. Aradan bir yıl gibi bir süre geçer. Bu arada devlet afla Kürt halkını kandırmaya çalışırken, Ağrı ve çevresine askeri yığınak yapar. 13 Eylül 1927 yılında 10 bin kişi ile Türk ordusu Ağrı dağına saldırı başlatır. Ancak Türk ordusu istediğini elde edemeden geri döner. Ağrı Dağı'nda toplantılarını sürdüren Xoybun Cemiyeti, hedefini Kürdistan olarak belirler. Bu toplantılarda İhsan Nuri askeri liderliğe, İbrahim Huske Telli ise siyasi liderliğe getirilir.
1928 yıllarında devlet bir af daha çıkarır. Bu affa karşı Xoybun Cemiyeti, Kürtleri oyuna gelmemeye davet eder.
Devlet, direnişi bastırmak için her türlü yolu dener. 1928 yılında Türk devleti, İhsan Nuri ile bir görüşme düzenler ve ona yüksek görevler teklif ederler. İhsan Nuri'nin bu teslimiyete karşı cevabı, derhal Türk devletinin Kürdistan'ı boşaltması, Kürdistan'ın egemenliğini tanınması olur.
1930 yılının 19'u 20 Haziran'a bağlayan gece bir isyan daha başlar. İran'daki Kürt aşiretleri, Zilan yöresi ve Ovacık köyünde saldırılara geçer. Türk helikopterleri Ağrı Dağı'nı uçaklarla bombalamaya başlar. Devlet, o bildik propagandasını o dönemde hayata geçirmiştir. Medya o dönemde yalan makinesi olarak kullanılır. Özellikle faşist yayın çizgisiyle Cumhuriyet Gazetesi'nin sayfaları şovenizmle yüklüdür. Cumhuriyet gazetesi "Ağrı Dağı kuşatıldı", "Eşkıyanın büyük bölümü imha edildi" gibi yalan haberlerle süslenir. Yunus Nadi bunun Kürt isyanı olmadığı, cahil insanların işi olduğunu yazar.
Bu arada Kürtler Hakkari'nin Şemdinli ve Oramar ilçesine de saldırılar düzenler. Gerçek, ne hükümetin söylediği ne de basının yazdığı gibidir. İsyan sadece Ağrı ile kalmamış başka bölgelere de yayılmıştır. Kurtarılmış bölgeler Bitlis'e kadar uzanmıştır. Bu saldırıların sonucunda 1700 Türk askeri esir alınırken, birçok askeri malzeme ele geçirilmiştir. Türk devleti, İran'ı ikna ederek, direnişçileri sıkıştırmayı dener. Her taraftan direnişçileri sarmaya başlar. Bu saldırılara İhsan Nuri direnişle cevap vermesine karşın, karşısında var olan daha sistemli bir güçtür. Gün geçtikçe direniş zayıflar. Yine de her defasında bitti denilen direniş iki aya yakın sürmüştür. Direniş sonucunda, İhsan Nuri İran'a geçerken, 22 Mayıs 1932'de Ağrı ayaklanmasına katılan 32 kişi ölüm cezasına çarptırılır.
Dönemin adliye bakanı Muhammed Esedisyan;, "dost düşman bilmeli ki, bu memleketin efendisi Türklerdir! Türkiye içerisinde yaşayıp damarlarında temiz Türk kanı olmayanların bir tek hakkı vardır; uşaklık ve esirlik!..." sistemin faşist-şoven yüzünün aynasıdır. Bu arada TKP de Ağrı isyanını, iktisadın geri kalışı ve sanayinin olmayışı yüzünden Kürt halkının irticanın, hilafetçiliğin ve emperyalizmin tesiri altında kalması olarak değerlendiriyor.
Ayaklanmanın liderlerinden İhsan Nuri, Türk ordusunda görev yapmış bir komutandır. Cumhuriyetin ilanı ile Kürtlere verilen sözler tutulmayınca, İhsan Nuri, görevini bırakır ve Kürdistan'ın özgürlüğü için savaşır. İhsan Nuri anılarında ö denemi "esir yaşamaktansa, savaşarak ölmek daha iyidir" diye tanımlar. Bu tanım, ulus olmanın temel kriterlerindir. İhsan Nuri dönemi de dahil olmak üzere, bütün Kürt ve ezilen, yok sayılan halklar için geçerlidir. Bütün diğer çözümler, Kürt ulusunun esir yaşamasından başka yere çıkmamıştır, çıkmayacaktır.


Seyit Rızalar öncülüğünde bayraklaşan;

Dersim’de İsyan ve Tenkil...

“Dahili iç işlerimizde mühim bir safha varsa o da Dersim meselesidir. Dahilde bulunan iş bu yarayı, bu korkunç çıbanı ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için hükümete tam ve geniş selahiyetler verilmelidir.” Bu cümleler 1936 yılında Mustafa Kemal’e aittir. Meclis kürsüsünden tenkil ve yoketme emri gibi olan bu konuşma için harekete geçilir. Korgeneral Abdullah Alpdoğan, sınırsız yetkilerle Dersim’e tayin edilir…
Bundan sonrasını anlamak ve anlatmak zor olmayacaktır. Dersim kendi başına buyruk bir “devlettir”. Osmanlı’dan beri gelen bir gelenektir bu. Dersim kendi kendisine yetmektedir. Dersim aşiretleri, sundukları bu modelle yeni doğmuş cumhuriyet için ayrık otu gibi durmaktadır. Diğer taraftan ise, bu yaşam biçimi, “kötü” örnek teşkil eder bölgeye. Demek ki olabilir dedirtir insanlara. O yüzden ağaç yaşken kesilmelidir. Cumhuriyetin bekası söz konusudur olan.
Dersim aşiretler tarafından yönetiliyordu. Polis, ordu, mahkeme, hapishane gibi kurumlar Dersimlilere tamamen yabancıydı. Ekili topraklar, otlaklar, sular, ormanlar, aşiretlerin kontrolü altındaydı. Aleviliğin Dersim’de yaygın olması tarihten bugüne bu bölgeye karşı farklı tutum alınmasının sebeplerindendi. Mevcut düzenin dışına çıkan Dersim, 1877/78 Osmanlı Rus savaşından sonra da devlete asker vermemeye başlamıştır. Dersim’i dağıtma girişimi Osmanlı döneminde başlar. Bu süreç içerisinde çetin bir mücadele verilir.
Dersim’e Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren karakol yapımına başlanır. Sin, Amutka, Denizik, Haydaran bölgeleri ilk yerlerdir. Seyit Rıza ve Alişer bu girişime ilk karşı çıkanlardandır. Haydaran, Kureyşan, Yusufhan ve Demanan aşiretleri biraraya gelirler. Fakat ortak bir karar çıkmaz bu toplantılardan. Karakol bazı işaretlerin habercisidir. İlerleyen günler Dersim’e yönelik kapsamlı bir saldırı kendini belli etmiştir.
Devlet tarafında da hazırlıklar sürer. Dersim direnişinin komutanlarından Seyit Rıza, Elazığ’da Abdullah Alpdoğan’la bir görüşme yapar. Diğer taraftan, Abdullah Alpdoğan, Seyit Rıza’nın yeğeni Rayber’le görüşür. Yine Dersim direnişinin komutanlarından Alişer bu görüşmeye karşı çıkar. Fakat Rayber, Alişer’i dinlemez, görüşmeye gider. Rayber, amcasına karşı ihanet etmesi suretiyle parayla satın alınarak kandırılır.
1937 yılında uçaklar, Dersim’i bombalamaya başlar. 21-22 Mart 1937 gecesi, Pax Köprüsü Demenan ve Haydaran aşiretleri tarafından yıkılır, karakollar basılır. Devlet, Yusufhan aşireti üzerinde yoğunlaşır. Burada kadınlara tecavüz edilerek, katledilir. Bir süre sonra ordu güçleri geriletilir. Dersim’in Mazgirt bölgesinde de çatışmalar başlamıştır. Direnişe, kısa sürede Bahtiyar, Abasan, Corin, Karabal, Haydaran, Demanan aşiretleri de dahil olur. Devlet de Erzurum ve Erzincan kolordularını bölgeye sevk ederken, Diyarbakır 7. Kolordu Uçak Karargahı’nı Elazığ’da konuşlandırdı.
Dersim direnişinin önderlerinden olan Alişer, devletin baş hedefleri arasındaydı. Daha önceden satın aldığı Rayber’i bu arada devreye sokar. Rayber, on beş gün boyunca direnişe katılır. Bu durum bir güven ortamı yaratır.
Alişer, direnişi Ağdat Tujik Dağı eteklerinden yönetiyordu. Alişer, plana göre bölgeyi terkedecekti. Rayber Alişer ile sık sık görüşüyordu. Ve Alişer, bölgeyi terketmeden bir gün önce, Rayber ve 8 kişi tarafından katledildi. Tarih 9 Temmuz 1937’yi gösteriyordu. Alişer ve eşi Zarife’nin kesik başları Türk ordusuna teslim ediliyordu.
Türk ordusu, Dersim’i kuşatma altına almıştı. Tanıdığı olduğumuz ormanların yakılması, Dersim direnişinde de uygulanıyordu. Kureyşan aşireti ve Bahtiyar aşiretleri Seyit Rıza’ya destek çıkan aşiretlerdendi. Bahtiyar aşireti lideri Şahin Ağa Alişer’in katledilmesinden sonra direnişi yönetenlerin başında geliyordu. Türk ordusunun barbarlığına, yapılan tüm vahşete ve yaptıkları tecavüze karşı, Haçik ve Munzur yardıma koşuyordu. Dersim’li kadın ve kızlar canlı bedenlerini bu sulara bırakarak, her türlü teslimiyeti reddediyorlardı.
Türk ordusunun havadan ve karadan saldırısı gün geçtikçe yoğunlaştı. Seyit Rıza’nın bulunduğu Laçinan Deresi, günlerce direndi. Bu direniş sonunda Seyit Rıza sağ kurtulurken, ailesi ve 33 yoldaşı katledildi.
İlerleyen günlerde direnişi aşiretler devam ettirdi. Toplantı yapan aşiretler, Munzur suyuna birer taş atarak direnişe devam kararı alırlar. Hozat’ta Bahtiyar Aşireti lideri Şahin Ağa savaşıyordu. Bu arada Yusufhan aşireti direniş devam ederken, devlet tarafına geçer. Dersim direnişini sürdüren liderlerden Şahin Ağa’nın katledilmesi, direnişin bitiş etkenlerindendir. Tarih 9 Ağustos 1937’i gösteriyordu. Şahin Ağa söğüdün gölgesinde dinleniyordu. Süt kardeşi, Lılo Hıdır Şahin Ağa’nın uykusunun derin olduğunu biliyordu. Abdullah Alpdoğan tarafından satın alınan Lılo Hıdır, Şahin Ağa’yı kafasına bir kurşun sıkarak öldürdü. Ardından kafasını keserek Hozat’a götürüp Türk Ordusu’na teslim etti.
Seyit Rıza ve yoldaşları bütün ihanetlere rağmen direnişlerini sürdürüyordu. Devlet, bu direnişlerde önemli kayıplar veriyordu. “Eğer bana yetişirsen, senin can ve mal güvenliğini sağlayacağıma ve şartlarını görüşebileceğime inanmanı isterim” şeklindeki Erzincan Valisi’nin bu mektubu, Seyit Rıza tarafından karşılık buldu. 5 Eylül 1937’de Seyit Rıza, yoldaşlarıyla birlikte Erzincan’a ulaştı. Ulaşması ile birlikte, Seyit Rıza ve yoldaşları tutuklanarak cezaevine kondu. Fazla uzun sürmeden, Seyit Rıza ve 11 yoldaşı idam cezası verildi. Dersim direnişinin liderlerinden Dersim Direniş Kuvvetleri Kumandanı Seyit Rıza ve 11 yoldaşı, 1937 yılının 15 Kasım’ı 16 Kasım’a bağlayan gece, Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edildi.
Seyit Rıza’nın idamından sonra, Dersim’de direniş bitmez. 1938 yılında jandarma müfrezesi imha edilir, karakollar basılır. Türk ordusu bir harekat daha başlatır. Yüzlerce insan bu harekatta katledilir, evlere doldurularak yakılır. Haftalarca sürer bu kitle katliamı.
Dersim direnişi, görüldüğü üzere Kürt halkının kendi yarattığı bir direniştir. İçinde direnişi, ihaneti, onuru, asla teslim olmamayı ve ilkleri barındırır.
Sabiha Gökçen adını yazdığımızda herkes bu ismi hatırlayacaktır. Daha çok Atatürk’ün manevi kızı ve ilk kadın pilot olarak bilinen Sabiha Gökçen, Dersim isyanı ile doğrudan bağlantılı bir şahıstır. En önemli marifeti ise dersimin, köylerinin kadın, çocuk demeden bombalanmasıdır. Günümüzde bir havaalanına da adı verilen Sabiha Gökçen, Dersim’in bombalanması ile ilgili olarak, “Eskişehir’de Tayyare Alayı’nda staj gördüğüm günlerden birinde uçuştan indiğimde bölükteki fevkaladelik dikkatimi çekti. Hemen sordum. Bizim bölüğün Dersim Harekatı’na katılma emrinin geldiğini söylediler. Kalbim küt küt atmaya başlamıştı. (...) Bu bakımdan ben daha birşey söylemeden Atatürk konuşmaya başladı. (...) “Bak Gökçen, seni çok takdir ederim. Orada da görevini başaracağına inancım tam. Ancak çarpışacağın insanların eline düşersen, sana fena muamele etmelerinden korkarım. Buna çok üzüleceğimi bilirsin.” Ben, ‘Emin olunuz, kendimi onlara diri diri teslim etmem’ dedim. (...) Hedef doğrudan Dersim’di.” diyerek katliama katılışı ile ilgili anılarını büyük bir marifetmiş gibi anlatır.
Dersim direnişine katılan bir askerin anlattıkları da tarihin aynası niteliğindedir. Anlatılanlardan Kars’lı olduğunu öğrendiğimiz A. Demirtaş “Köylüleri topluyorduk bir araya, ‘Sizleri kurtaracağız’ diyerek uygun gördüğümüz yerlere götürüp makineli tüfeklerle tarıyorduk. Kadın, bebe, ihtiyar, genç demeden hepsini öldürüyorduk. Subaylar ‘Hiçbir Alevi’yi sağ koymayın öldürün’ diyorlardı. Daha sonra cesetlerin başına erler kurtlar gibi üşüşüyorlardı, kollarını sıvazlayıp altınları kapmak için hırsla bir yarış başlıyordu. kolları parçalayarak, keserek altınlar kapışılıyordu. Hatta altın dişler bile sökülüyordu. Velhasıl bu tür şeyler yapıldı. Bugün Kars’ta Dersim zenginleri var. Bunların zenginlikleri oradan kalma.” diyor. Burada küçük bir paranteze gerek vardır. İşbirlikçilik Dersim direnişinde azımsanmayacak bir yeri vardır. Bunu herkes kabul eder. Fakat, öne çıkmayan bir gerçekte, işbirlikçiliğin içine düştüğü rezilliktir. Devletin topuna silahına karşı bedenlerini siper ederek ölümün üzerine giden bir halk, diğer tarafta ise direniş komutanlarının kesik başını devlete teslim edenler... İşte o teslim edenler, Dersim isyanının sonunda, işbirliği yaptıkları Türk ordusu tarafından kurşuna dizilmiştir. Alişer ve Zarife’nin başını keserek, devlete teslim eden Rayber’den bahsediyoruz. Dersim direnişinden sonra Rayber ve oğlu, ordunun emriyle kurşuna dizilmiştir. Burada görüldüğü üzere, işbirlikçiliğin sonu budur, “işinin” bittiği andan itibaren, kağıt parçası gibi büzüştürülerek atılır. Onun hiçbir değeri yoktur. Tarihte bu işbirlikçi hainlerle doludur. Bir gerçek de tarihin hiçbir döneminde, işbirlikçi ve hainlerin, insanlık sofrasında yeri yoktur. Her zaman lanetlenmişlerdir. Dersim direnişinin üzerinden 68 yıl geçmesine rağmen, Rayber’lerin değeri aynı olmakla birlikte, Seyit Rıza’lar, özgürlüğün ve direnişin simgesi durumundadır.


 
Anti-Emperyalist Öğrenci Hareketinin Tarihinde Bir Sayfa;

5 Mart 1971: ODTÜ Yurdunun Kuşatılması...

1971 yılın Mart ayının ilk günleri... Devrimci mücadelenin doruğa ulaştığı ama 12 Mart Cuntası’nın da gün saydığı zamanlar. Bir yanda darbe hazırlıkları var, diğer yanda devimci örgütler ilk eylemlerini yapıyorlar. Aynı günlerde THKO savaşçıları 4 Amerikalı askeri tutsak almışlardır. Polis, Amerikalıları bulmak ve Deniz Gezmiş’le yoldaşlarını yakalamak için Ankara’yı karış karış aramakta ama bir sonuç alamamaktadır.
Tam da bugünlerde oligarşinin ODTÜ sancısı tutmuştur. Aslında işbirlikçi yetiştirmek için kurulmuş olan Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) daha kurulduğu andan itibaren onların istediği gibi bir okul olmamış, devrimcilerin etkinliğine girmiştir. Dönemin birçok devrimci kadrosunun bu okuldan çıkması rastlantı değildir. Ayrıca Amerikan elçisi “Vietnam Kasabı” Commer’in arabasının yakıldığı yer de ODTÜ’dür.
Yani oligarşinin ODTÜ saplantısı çok da yersiz değildir. Emperyalizm ve oligarşi, devrimci güçlerin bu okuldaki tartışmasız etkinliğini kırmak için ağır bir darbe indirmeye uzun süredir hazırlanmaktadır.
Tam da bu günlerde Ankara polisi 4 Amerikalının ODTÜ’de tutulduğunu bahane ederek okul yurtları hakkında arama kararı çıkarır. Ankara İl Jandarma Alayı, Nevşehir Komando Taburu ve Ankara toplum polisi 5 Mart günü ODTÜ’yü kuşatır...
Saat 04.30’da 2. yurda gelen ODTÜ Rektörü Erdal İnönü ve İl Jandarma Alay Komutanı Albay Mehmet Öztoprak’la öğrenci temsilcileri arasında görüşmeler yapılır. Öğrenciler, arananların yurtlarda olmadıklarını ve polisi üniversiteye sokmayacaklarını bildirirler. Albay ise bilinen “devlet pazarlık yapmaz” sözlerini tekrarlar ve saat 05.45’te çatışma başlar. Daha baştan 2. yurttaki yaralıların sayısı yirmiyi geçmiştir. Saat 06.30 civarında bir öğrenci temsilcisi, ellerini havaya kaldırarak yurttan çıkıp ateş açılmasına karşın görüşmeye gider. Yapılan görüşmede arama konusunda anlaşmaya varılır ve 2. yurttaki yaralı öğrenciler hastaneye nakledilir ama 6. yurt çatısında ağır yaralı olarak kalan Şener Erdal’ın alınması için helikopter yollanması istemi, “helikopterin ele geçirilip, Deniz Gezmişlerin kaçırılacağı” gerekçesiyle reddedilir. Erdal bir süre sonra kan kaybından ölecektir. Ayrıca olaylar sırasında bir askerle bir aşçı da ölmüştür.
Saat 13.30 civarında aramaya polisleri de sokmak için asker yurtlara 20 dakika daha ateş açar ve tüm yurtlar derhal boşaltılmazsa havan ateşi açılacağı megafonla bildirilir. Yurtları terk eden öğrenciler statta ve spor salonlarında toplanmışlardır ve aralarında seçilenler şehirdeki toplum polisi karargahına nakledilirler. 2 gün süren dayak faslından sonra mahkemeye çıkarılan öğrencilerden 50 kadarı tutuklanır.
Sonuçta söylentilerin aksine, üniversitede hiçbir askeri malzeme bulunmadığı gibi, kaçırılan Amerikalıların da orada olmadığı ortaya çıkmıştır. Zaten birkaç gün sonra THKO, Amerikalı askerleri kendiliğinden serbest bırakır.
O dönemin öğrencilerinden biri olan Mehmet Eroğlu olayları şöyle anlatıyor: “(...) Sabaha karşı dört ya da beşti, kalkıp giyindik ve ‘gelenleri’ görmeye çalıştık. Karanlık, onlarca arabanın farlarıyla delik deşikti. (...) Askerler, araçlarından inmiş, sürünerek yurtları kuşatıyorlardı. Ateş açmalarına kadar seyrettik askerleri. (...) Aynı anda koridoru yandan gören camdan içeriye makinalı tüfek mermileri uçuştu. Artık, saklanacak güvenli bir yer kalmamıştı. Merdiven ünitesi betondu. Belki üç yüz kişi orada saklanmaya çalışıyordu. Biz yer kalmadığı için dışarıda, iki taraftan da ikişer duvarla korunan sahanlıkta kaldık. Herhangi bir yönden gelen kurşunun önünde, yaklaşık 40-45 cm. tuğla duvar vardı ama bu kalınlık makinalı tüfek kurşunlarına vız geliyordu. (...) Yarım saat sonra güçlü bir megafonla dışarıya çıkmazsak havan topuyla ateş edileceğini ihtar eden bir anons duyuldu. (...) birileri gözlerini karartıp pencereye çarşaf asmaya gitti ve büyük beyaz mendili aşağıya sarkıttılar. Tabii üçü de çeşitli yerlerinden yaralandılar.”
Sonuçta, sabah olduğunda, “hayata dönüş” operasyonları konusunda tarihsel bir geleneği olan oligarşi, Amerikalıları bulamamış ama ODTÜ’yü harabeye çevirmeyi başarmıştır!
Ama bu saldırı bile ODTÜ’yü ve öğrenci gençlik hareketini yıldıramamış sonraki yıllarda da üniversiteler anti-emperyalist hareketin güçlü odaklarından biri olmayı sürdürmüştür.

Silahtar Demir Döküm Grevi

Tarihten bir şeyler öğrenmek ve bu öğrendiğinden dersler çıkarmak, gerek devrimci hareket, gerekse de kişiler için önemlidir. Her ne kadar postmodernizm geçmişe ait olan her şeyi silmek, “dün yok, bugün var” anlayışını beyinlere kazımak istese de, sınıf mücadelesinin tarihi bütün çarpıcılığıyla bunun önüne geçmektedir. Sınıfsal bellek, onlar silmeye çalışsalar da vardır ve gelecekte olacaklar da tarihin notlar hanesine yazılacaktır. Bu gerçeği ne postmodernist gevezeler değiştirebilir, ne de düne inanmayanlar…
Türkiye devrimci hareketi ve proletaryanın geçmişi de bir çok derslerle doludur. Devrimci eylemler, mitingler, işçi ayaklanmaları ve direnişleri, özünde bir çok deneyim ve zenginliği barındırır. Bu zenginlik, sadece bu eylemlerin niceliği ile ilgili değildir; deneyimler içinden bize ışık saçan irade, düşmana kafa tutma gibi olgular da çok önemlidir.
İşçi sınıfının geçmişten günümüze uzanan mücadele sürecindeki en önemli direnişlerinden biri de 31 Temmuz 1969’da yapılan Silahtarağa Demir Döküm direnişidir.
Aslında yaşananlar 1960’lı yılların klasik durumudur. İstanbul Silahtarağa’da bulunan Türk Demir Döküm Fabrikası’nda çalışan işçiler, Çelik-İş sendikasından istifa ederek DİSK’e bağlı Maden-İş’e üye olurlar. Ve bunun doğal sonucu olarak da işverenden Maden-İş’le ücret zammını içeren bir protokol imzalamasını isterler. İşveren bu isteği reddeder. Artık bir irade savaşı başlamıştır. 2500 işçinin çalıştığı fabrikada, 1850 Maden-İş üyesi işçi işyerini işgal eder. İşgalden önce, Çelik-İş’le işbirliği yapan işveren, işçilere gözdağı vermek için 5 işçiyi de işten çıkarmıştır; böylece işçileri Maden-İş’ten istifaya zorlamaktadır. Üstelik buna karşı çıkan işçiler de dövülmektedir.
Fabrika işgalini sürdüren işçiler ise, işverenin Maden-İş’le görüşmesini, haksız yere işten çıkarılanların geri alınmasını, Maden-İş üyelerine baskı yapılmayacağı sözünün verilmesini, Çelik-İş tarafından imzalanan toplusözleşmeye göre aldıkları ücretlerin o yıl yayımlanan asgari ücret kararnamesine göre yeniden ayarlanmasını ve bu isteklerinin bir protokolle kabul edilmesini istemektedirler. Bu arada işgal çevre fabrikalar ve halk tarafından etkin şekilde desteklenmektedir.
İşçilerin talebine karşılık patronun yanıtı serttir: “Talep gayri kanuni olduğu kadar, sözleşme sistemini de alt üst edecek mahiyettedir ve kabul edilemez.”
Artık saldırı başlamıştır. 5 Ağustos’ta fabrikanın elektrik ve suyu devlet tarafından kesilir. İşçilerin, işveren vekili ile görüşme talebi de reddedilmiştir. Polisin ses ve sis bombalarına karşılık işçiler taşlarla karşılık verirler ve aileleri de direnişe destek verince, polis geri püskürtülür. Sabah 06.30’da başlayan direniş akşam 7’ye kadar çatışmalarla sürer. Polis müdahalesi yetersiz kaldığında ise 66. tümene bağlı 4000 jandarma fabrika önüne gelir. Öğleye doğru ortalık kışla gibidir artık. Fabrika 10 tank ve 15 zırhlı araçla sarılmıştır! İşgalcilere saat 24.00’e kadar süre tanınır. Sonunda bu süre bitmeden işçiler fabrikayı boşaltma kararı alırlar.
Ama durum patronların umduğu gibi değildir. İşçiler pes etmemiştir. 13 Ağustos’ta işverenin iş başı yapma çağrısı reddedilir. Ve sonunda direniş tavrı sınıfa bir kez daha kazandırır. Patron ile Maden-İş sendikası arasında imzalanan bir ön protokolle, işçilerin eylem sırasındaki ücretlerini almaları, iş güvenliğinin sağlanması, ekim ayında işçi ücretlerine zam yapılması ve eski sözleşmenin sona ereceği tarih olan 1970’te işverenin Maden-İş sendikası ile sözleşmeye oturması hükme bağlanır.
Böylece direniş kazanımla bitirilmiştir. Örgütlü gücün sınıfın en büyük silahı olduğu da bir kez daha kanıtlanmıştır.
Silahtar Demir Döküm işçilerinin direnişi, gösterdiği kararlılık ve inatçılıkla, önümüzdeki en iyi örneklerden biridir. Silahtar direnişini yaratan işçilerin önünde saygıyla eğiliyor, onların gösterdiği yolda yürümenin verdiği heyecanını yüreklerimizde paylaşıyor, büyütüyoruz.

GAMAK DİRENİŞİ

İstanbul Topkapı’daki Gamak Elektrik Motorları Fabrikası’nda 29 Aralık 1969’da meydana gelen direniş ve Şerif Aygün’ün vurulması, Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihinde önemli sayfalardan biridir.
Sınıf mücadeleleri zaman zaman kazançlarla, zaman zaman kayıplarla yürür. Kimi zaman, bir mücadele anı, şehitleriyle, kararlılığıyla geleceğe uzanan etkiler yaratır. Türkiye işçi sınıfının tarihinde de böyle anlar vardır.
İstanbul GAMAK Topkapı Elektrik Motorları Fabrikası’nda 1969’da yaşanan direniş de tarihin not düştüğü işçi sınıfına ait önemli eylemliliklerden birisidir.
İlk çatışma işareti 24 Aralık’ta kendini gösterir. Gamak işçileri bir süre önce sarı sendikadan istifa edip DİSK-Maden-İş’e geçmişlerdir. 24 Aralık sabahı fabrikaya gelen işçiler, polisle karşılaşırlar. İşçiler bunun sebebini sorduklarında ise, fabrikanın 4 Ocak 1970 tarihinde kapatıldığı, 125 işçinin işlerine son verildiği cevabını alırlar. İşten atılan işçilerin aralık ödemelerinin de 29 Aralık’ta ödeneceği bildirilir. Patron sendika değiştiren işçilerden intikam almaktadır. İşçiler bu durum karşısında Maden-İş sendikasına başvurdular.
29 Aralık sabahı ücretlerini almaya gelen işçiler, yine polis tarafından durdurulur. Polis topluluğu dağıtmak isteyince, çatışma çıkar. Polis saldırısına karşı işçiler, taş ve sopalarla karşılık verirler ve polisin işçilerin üzerine açması sonucu, Şerif Aygül isimli işçi şehit düşerken 2’si ağır olmak üzere 4 işçi yaralanır.
Olay o dönemde hem işçi sınıfı içersinde, hem de devrimci güçler arasında büyük etki yaratır; bütün emekten yana güçler cinayete tepki gösterirler. Maden-İş sendikası tarafından yapılan açıklamada, daha önce bağımsız Çelik-İş sendikasına üye olan 514 işçiden 504’ünün Maden-İş’e geçtiği, Maden-İş tarafından yapılan toplusözleşmeyle eskisinden daha iyi ücret ve sosyal hakların kazanıldığı, bu toplusözleşmenin yükünden kurtulmak isteyen işverenin ise sendika temsilcilerini ve tehlikeli gördüğü işçileri işten atmayı tasarladığı belirtilir.
Maden-İş 1. Bölge Temsilcisi Ergun Erdem de yaptığı açıklamada işyerinde çalışan 514 işçiden 504’ünün üyeleri olduğunu, işverenin 2 aydır hammadde yokluğu gerekçesiyle 350 işçiyi çalıştırmadığını ve yarım yevmiye verdiğini, 22 Aralık’ta da 125 işçiyi işten attığını ve bir direnişi engellemek için de fabrikanın içine polislerin yerleştirildiğini söylemektedir. Aynı günlerde Gamak olayları ve Şerif Aygül’ün öldürülmesi birçok işçi, memur ve öğrenci örgütleri ve mesleki kuruluşlar tarafından protesto edilmektedir.
Şerif Aygül’ün cenazesi ise dönemin önemli gösterilerinden birine dönüşmüştür. Binlerce kişinin katıldığı cenazede polisin cinayeti protesto edimiştir.
Gamak işçilerinin gösterdiği kararlılık, ilerleyen günlerin habercisi olacak, birçok işçi direnişinde hep hatırlanacaktır. Şerif Aygül’ün katledilmesi için söylenen bir türkü ise daha sonraki yıllarda devrimci ve emekçilerin dilinde adeta bir marş haline gelecektir.



Şerif Aygün Ağıdı
Mezarlardan çıktılar
Bayram benim neyime
Çekip Şerif'i vurdular
Kan damlar yüreğime

İşte Şerif şehit oldu
Bayram benim neyime
Patronların gönlü oldu
Kin damlar yüreğime

Ezilip duruyoruz
Bayram benim neyime
İktidara yürüyoruz
Gül damlar yüreğime
.10.2007 23:06:41 [alıntı yap]

17 Mayis Pazartesi
Saat 11.00

Tembel bir bahar günesi isitiyor sokaklari.


Genç adam çiçekçi dükkaninin kapisindan girdi.


-Dört kirmizi, dört beyaz karanfil istiyorum.


-Buket mi olsun yoksa böyle mi almak istersiniz, dedi çiçekçi.


-Buket olsun.


Çiçekçi Ömer Çetin alisilmis hareketlerle süsleyerek jelatine sardi karanfilleri. Agirdan almadi, acele de etmedi. Pek adeti degildi, müsterisine dikkatle bakmadi. Genç bir insandi iste. Kim bilir hangi genç kizin gözlerinde isiklar yanacakti biraz sonra.


Genç adam parayi uzatti, iyi günler diledi, çikip gitti. Harbiye Ishani’nin bitisigindeki çiçekçi dükkaninin sahibi en fazla iki saniye sonra unuttu genç müsterisini.


Eli çiçekli genç adam biraz sonra Taksim Meydani’ndaki otobüs duraklarina geldi. Durakta kendi yaslarinda, elinde siyah çantasi olan bir baska gençle selamlastilar. Sonra ikisi birden duraktan ayrildilar.
Biraz sonra birlikte bir apartmanin girisi önündeydiler.


Kapici Garip Isik kapiyi açip bekleyenlere,


-Ne istiyorsunuz? diye sordu.


-Dr. Jak Eskenazi’yi görmek istiyoruz.


-Dr. Eskenazi burada yok, Israil’e gitti.


-Evde kimse yok mu?


-Esi burada.


-O zaman esiyle görüsmek istiyoruz.


Üç kisiydiler. Üçü de düzgün giyinmis genç insanlardi. Birinin elinde bir buket çiçek, birinin elinde siyah bir çanta vardi. Kapici geri çekildi, içeri girdiler. Kapici ile birlikte asansöre dogru ilerlediler. Asansörün yanina geldiklerinde elleri bos olan genç, kapicinin koluna girdi. Kapici irkildi. Ayni anda karin bosluguna bir silahin namlusunun dayandigini hissetti. Ne oluyor demeye kalmadan, sakin bir ses,


-Sakin bagirma, sesini çikarma, dedi.


Ses sakin ama otoriterdi. Kapici uysalca basini salladi.
Kapici Garip Isik her üçünü de tanimiyordu. O güne kadar hiçbirini görmemis, rastlamamisti.
Daha o gün bitmeden kapici Garip Isik da, milyonlarca insan da ögrenecekti kim olduklarini. O günden sonra bir daha isimleri hiç unutulmayacakti.


Üç genç adam;


Mahir ÇAYAN


Ulas BARDAKÇI

Hüseyin CEVAHIR’di.


l7 Mayis Pazartesi günü ögleye dogru Taksim Seyhan apartmanina Dr. Eskenazi’yi ziyaret amaciyla degil, Israil Baskonsolosu Efraim Elrom’u kaçirmak için gelmislerdi... Kapicidan yandaki dairenin Kurtulus savasinda komutanlik yapmis General Rafet Bele’ye ait oldugunu ögrendiler, kapiyi açtirdilar. Içerdekilere sakin olmalarini, ses çikarmamalarini, kendileriyle problemleri olmadigini anlatarak apartman girisini kontrol altina aldilar. Sonra dis kapiyi açarak disarida bekleyen diger savasçilari da içeri aldilar.
Cevahir, apartmana gelecekleri içeri almak için kapici bölmesine geçerken, Ulas, rehinelerin basinda bekledi. Elrom binaya girene kadar kapiyi çalan herkes Rafet Bele’nin evinde beklemeye alindi. Saat 13.30’a dogru Elrom dis kapida göründü. Kapicinin ziline basti, kapi açildi... Içeri girdi, dairesine giden merdivenlere yöneldi. Cevahir elinde silah Elrom’a yaklasarak Rafet Bele’nin evine girmesini söyledi. Konsolos direndi. Mahir elindeki silahin kabzasiyla Elrom’un kafasina vurarak etkisiz hale getirirken Ingilizce konusarak Elrom’a durumu özetledi:


Biz Türkiye Halk Kurtulus Savasçilariyiz, Daha Fazla
Direnmeyin ve Bizimle Gelin!


Elrom’u daireye aldilar. Kolonya ile elini yüzünü ovup kendisine gelmesini saglarken Mahir Ingilizce olarak açiklamasina devam etti.


-Amacimiz sizi rehin alarak cezaevlerindeki arkadaslarimizi serbest biraktirmak.
Herkesin el ve ayaklari baglandi, agizlari bantlandi. Üstlerine çeki düzen verip Elrom’u battaniye ve Perihan Bele’nin kürk mantosuna sarip esya tasimakta kullanilan bir hurucun içine koydular. Görüntü kusku uyandirmasin diye rehin aldiklari bir seyyar saticinin bavulunu da alip hurçla birlikte Ulas’in kapiya getirdigi arabaya yerlestirdiler. Bavul bagaja, hurç arabanin arka koltuguna yerlestirildi.


Elrom’un soförü az ilerde konsolosun binadan çikmasini bekliyordu. Yanindan geçip gittiler.
Ardindan bir erkek Harbiye Radyoevine, Milliyet Gazetesi’ne ve Türk Haberler Ajansi’na telefon ederek Elrom’un THKP-C tarafindan kaçirildigini bildirdi. Kaçirma eyleminin nedenlerini ve örgütlerinin amaçlarini anlatan bildirileri, bu kurumlarin önündeki belirli yerlere biraktiklarini söyleyerek telefonu kapatti.


Bu bildirilerden biri THKC 1 No’lu Bülteni'ydi.


Digeri "Ihtilalin Yolu" isimli THKP’nin devrim stratejisinin anlatildigi bildiriydi.
Elrom’un kaçirilmasi ayni zamanda THKP-C’nin kurulusunun ilan edilmesiydi.
*
"Isçiler, Köylüler, Askerler, Yurtsever Aydinlar, Halkimiz..." Iste bu seslenisle basliyordu THKC’nin 1 NO’LU BÜLTENI.


Bu seslenisle basliyor, ülkemizin gerçeklerini ortaya koyuyor, Cephe’nin eylemlerini siraliyor ve artik hep bu eylemi gerçeklestirenlerin adlariyla birlikte anilacak olan o slogani tarihe kaydediyorlardi: "Kurtulusa Kadar Savas!"


"Isçiler, Köylüler, Askerler, Yurtsever Aydinlar, Halkimiz;


Amerikan emperyalistleri ve onun köpekleri uzun yillardir ülkemizi talan edip yagmaladilar; neyimiz var neyimiz yoksa alip götürdüler. Emekçi halkimizin ve bütün çalisanlarin alinterini ve emegini çaldilar. Bütün zenginliklerimize, petrolümüze, kromumuza, bakirimiza... bütün dogal kaynaklarimiza el koydular. Geriye bize açlik, tahammül edilemez bir sefalet, binlercemizi kirip geçiren bulasici hastaliklar, halkimizi karanlikta yasamaya mahkum eden bir cehalet biraktilar.


Bugün ülkemizde isgalci düsmanin ziyafet sofralarindan kalan artiklarla beslenen bir avuç hain, bir avuç köpek bu alabildigine igrenç düzeni sürdürmek, Amerikan emperyalizmine gerektigi gibi usaklik etmek için kurduklari zulüm çarkini insafsizca çeviriyorlar. Soygun ve talanlarina karsi duran her yurtsever meydanlarda kursunlaniyor. Isçiler ve köylülerin, ekmek ve toprak isteyenlerin sesi kan ve zulümle susturulmak isteniyor. Yarattigimiz ve ürettigimiz zorla elimizden aliniyor.
Amerikanci fasist köpekler, bu igrenç sömürü düzenini daha iyi yürütebilmek amaciyla asayisi saglama paravanasi altinda, simdi de sikiyönetim ilan ettiler. Halkimizin en temel hak ve hürriyetlerini lükstür diye rafa kaldirdilar.


Bugün ülkemizde, hukuktan, kanun devletinden, anayasadan, insanlik ve vatandaslik haklarindan bahsetmek igrenç bir demagojiden baska birsey degildir.
Kendi topraklarimiz üzerinde köle bir halk haline getirildik.
Bu durum hep böyle sürüp gidecek midir?


HAYIR BIN KERE HAYIR!


Bu durum böyle sürüp gidemez; artik isyan etmek, silaha sarilmak, isgalci düsmani alasagi etmek için harekete geçmek zamani gelmistir.


Onlarin bugün büyük görünen güçleri ve imkanlari bizlere viz gelir. Onlar bir avuç, biz ise milyonlariz. Kaybedecegimiz hiçbir sey yoktur ama kazanacagimiz koca bir dünya vardir.


Biz T.H.K.C olarak diyoruz ki;


1. Amerikan Emperyalizminin hakimiyetini ve yerli usagi sömürücü siniflarin iktidarini yikmak, bagimsizligi kazanmak için tek yol Silahli Kurtulus Savasidir.
T.H.K.C bu yolda mücadeleye kararli bütün yurtseverleri kucaklayan halkin savasçi öncülerinin örgütüdür. Türkiye Halk Kurtulus Cephesi, mücadelelerinde Türkiye isçi sinifinin savasan örgütü olan Türkiye Halk Kurtulus Partisi'nin önderligini kabul eder ve mücadelesini onun emir ve kumandasi altinda yürütür.


2. Türkiye Halk Kurtulus Cephesi, Amerikan emperyalizmini ve köpeklerini ülkeden kovana kadar mücadele etmeye ve her sart altinda en son savasçisi ölünceye kadar savasini sürdürmeye kararlidir
.
3. Türkiye Halk Kurtulus Cephesi’nin düsmanlari Amerikan emperyalistleri, finans kapitalistler, toprak agalari, araci ve tefeciler, Amerikanci asker-sivil bürokratlar ve bütün halk düsmanlaridir.


4. Türkiye Halk Kurtulus Cephesi’nin temel görevi Amerikan Emperyalistleri ve yerli müttefiklerinin olusturdugu düsman cephesini çökertmek ve yikmak, halkin sirtindan elde edilen bütün mülkleri kamulastirarak Cephenin savas gücünü yükseltmek, gerekli malzemeleri ele geçirmek, baski ve zor kuvvetlerini parçalamaktir.


T.H.K.C, kendi saldiri noktalari disinda kalan hedeflere yönelen ve halkin saflarina da zarar veren hiçbir maceraperestin ve gangsterin sorumlulugunu üzerine almaz. Çocuk kaçirmak, kadinlara ilismek, emperyalistlerle dogrudan dogruya iliskisi olmayan kimselere, esnafa, para babasi bir avuç hain disindaki orta derecedeki zenginlere, yani orta burjuvaziye saldirmak, zarar vermek devrimci eylem olamaz. Bunlar adi gangsterlik olaylaridir. Türkiye Halk Kurtulus Cephesi, bu gibi olaylari siddetle kinar. Amerikali emperyalistlere, finans kapitalizmin temsilcilerine, zalimlere ve halk düsmanlarina yönelen her harekete ise saygi duyar ve bunlari sonuna kadar destekler. Türkiye Halk Kurtulus Cephesi savasçilarinin bütün eylemlerini kendi bültenleriyle halka açiklar. Türkiye Halk Kurtulus Cephesi, halk düsmanlarini, iskencecileri, zalimleri, soygunculari yargilar, cezalandirir. Onlardan döktükleri kanin ve yaptiklari zulmün hesabini sorar.


5. Bu amaçla T.H.K.C halkimizin ekonomik ve demokratik mücadelesini yönlendirme gayretleri yaninda son aylarda su askeri hareketleri yapmistir:



1- Ziraat Bankasi Küçükesat Subesinin günlük hasilati halkimizin devrimci savasinda kullanilmak amaci ile kamulastirilmistir.


2- Kanli Pazar’da sehit düsen devrimcilerin anilarina düzenlenen l6-17 Subat devrimci terör harekatinda:
a) Amerikan askeri malzeme deposu Tuslog’un Zincirlikuyu merkezi,
b) Tuslog’un Sisli Subesi
c) Amerikan-Türk Dis Ticaret Bankasinin Elmadag subesi
d) ABD Baskonsoloslugu,
e) Ingiltere Baskonsoloslugu,
f) Emperyalist Amerikan tesekkülü IBM’in Gümüssuyu’ndaki merkezi bombalanmistir.


3. Salipazari’ndaki Amerikan askeri botu bombalanmis ve tahrip edilmistir.


4- Türk Ticaret Bankasi’nin Erenköy Subesinin günlük hasilati, halkimizin devrimci savasinda kullanilmak amaci ile kamulastirilmistir. Ve bu eylemde kullanilan Amerika’li Subay A. Donald’in arabasi yakilarak imha edilmistir.


5- Coca-Cola, PeReJa, Elvan, Mercedes Benz, Otosan fabrikasi, Akbank ve daha pek çok sirket ve tesekkülün hissedar sahipleri olan Kadir Has, Mete Has, Adana’li büyük toprak agasi Talip Aksoy’un günlük hasilati halkimizin devrimci kavgasinda kullanilmak amaci ile kamulastirilmistir.


6- 1 Mayis Harekati düzenlenmistir.


Türkiye Halk Kurtulus Cephesi, bagimsizlik savasinda bütün gerçek yurtseverleri kendi saflarina çagirir. Türkiye Halk Kurtulus Cephesi bütün ihtilalcilerin, yurtseverlerin, Türkiye Halkinin Kurtulus Cephesidir.

KURTULUSA KADAR SAVAS
T.H.K.C Merkez Komitesi
(THKP-C Dava Dosyasi, Yar Yayinlari, s. 443)


Elrom'un kaçirilisinin ardindan çesitli yerlere "Amerikanci Bakanlar Kurulu’na" diye baslayan Türkiye Halk Kurtulus Cephesi imzasiyla, Elrom’a karsilik ileri sürülen taleplerin anlatildigi bir bildiri postalanir... Tahmin edilecegi gibi eylemin yankisi büyük olur. Istanbul Sikiyönetim Komutanligi ayni gün içinde pespese üç bildiri yayinlar. Ardindan da TRT'nin 22.45 bülteninde taleplere cevaben bir hükümet bildirisi okunur. Bildiriyi okuyan bizzat Basbakan Yardimcisi Sadi Koças'tir. Taleplere tehditle cevap verilir. Hem de öyle ki hükümet, hiçbir hukuki sinir tanimaksizin, Elrom derhal serbest birakilmazsa "örgütle uzak yakin iliskisi bulunanlar" ve tüm aydin kesime karsi bir gözalti terörü baslatacagini açiklar.


Hükümeti böyle bir panik içinde birakan THKC açiklamasi söyleydi;
17.5.1971
Saat:17.00


AMERIKANCI BAKANLAR KURULUNA:



Türkiye Halk Kurtulus Cephesi l MAYIS HAREKATI’nda Ortadogu halklarinin bas düsmani Amerikan emperyalizminin masasi siyonist Israil’in Türkiye Baskonsolosu olan ve de ülkemizdeki siyonist hareketlerin organizasyonunda önemli rolü olan Efraim Elrom’u kaçirmistir.
Efraim Elrom’un hayatina karsilik, derhal su sartlarin yerine getirilmesi gerekmektedir:



1- Tutuklu bulunan bütün devrimcilerin derhal serbest birakilmasi, (Yer sonra bildirilecektir)


2- Türkiye Halk Kurtulus Cephesi’nin l No’lu bülteninin 7.30, 13.00, 19.00 ve 22.45 TRT Haber
Bültenlerinde 3 gün devamli ve eksiksiz anons edilmesi,


3- Mühlet doluncaya kadar polisin ve diger zabitanin hiçbir takibe girismemesi ve aleyhte yayin yapilmamasi.


Mühlet bu ültimatomun verildigi tarihten itibaren 3 gündür. Sartlar yerine getirilmezse derhal Efraim Elrom kursuna dizilecektir. (Mühlet: 20. 5. 1971 Saat 17.00’ye kadar.)

TÜRKIYE HALK KURTULUS CEPHESI
MERKEZ KOMITESI


1 No'lu Bülten'in sonunda 6. Madde olarak sayilan "1 Mayis Harekati", Elrom’un kaçirilmasi eylemine verilen addi. Bu bültenle birlikte basina "Ihtilalin Yolu" baslikli bir bildiri de yollanmisti.
Bildiriyi belki bir kaç saatte yazmislardi. Ama bildiride yazilanlar, yillara uzanan zorlu bir ideolojik mücadelenin sonucuydu.


Elrom eylemine gelinceye kadar da hep pratigin içindeydiler, ama bu sürecin asil özelligi "Türkiye Devriminin Yolu"nun netlestirilmesiydi.


Okudular, arastirdilar, tartistilar. Ve de ille, yazilan, söylenen her seyi pratigin sinamasindan geçirdiler. Binlerce sayfalik teoriler, parlak, süslü sözler, kendi baslarina devrimi gerçeklestiremezlerdi. Mahir basta olmak üzere, hareketi olusturanlarin çogu baslangiçta TIP üyesiydiler. Ama parlamentoculukla bir yere varilamayacagini da görüyorlardi. "Mahir’in 1969 yilinda temel problemi TIP’e karsi, TIP’i temsil eden onun basindaki Aren’in, Boran’in, Aybar’in temsil ettigi, güler yüzlü sosyalizmin oportünist tezlerine karsi, MDD tezini derinlestirerek, onu Marksizmle iyice bütünlestirmek, kaynastirmak amaciydi. Onun için sürekli okuyor, çalisiyordu." (Mahir, Turhan Feyizoglu, s.10


Adim adim netlesiyordu devrimin yolu. Netlestikçe pratige müdahale ediyorlardi. Artik lafazanliklarin, gevezeliklerin, salon sosyalistliginin sonu gelmisti. Herseyin adi tam konulmaliydi artik. Artik devrim için savasmayanlara sosyalist denilmeyecekti. Elrom’un kaçirilmasi iste bu uzun soluklu yürüyüsün önemli dönemeçlerindendi. Fasizmin önceleri "bir avuç maceraci, heyecanli gençler" dedigi bu insanlar, ögrenci hareketleri ile baslayip Halk Kurtulus Savasinin stratejisinin belirlendigi nefes nefese bir kosudan ulasmislardi bu noktaya... Önce gençligin sorunlarini konusmaya basladilar. Sonra bunlarin sömürüden, emperyalizmden kaynaklandigini kesfettiler. Halklari için, bagimsizlik için boykotlar yaptilar, yürüdüler. Sonra baktilar ki, bu sorunlarin hiçbiri yalniz gençligin sorunu degil; halkin nasil bir yazgiya mahkum edildigini gördüler. Örgütlendiler. Fikir Kulüplerini kurdular. Dev-Genç'i kurup tüm ülkeye tanittilar. Yüzlerce anti-emperyalist eylem gerçeklestirdiler. Köylünün toprak isgallerine, isçi direnislerine katildilar. Bütün bunlar 1960'li yillarin ikinci yarisina sigmisti. Ama kendilerine yer açmak o kadar da kolay olmamisti. Meydanlarda baslarinin üstüne kalkan coplari gördüler. Vurulmus kan içinde arkadaslarini görmeye basladilar. Demek bu kavga dise-dis, kan içinde bir kavga olacakti. Önlerindeki engel yalnizca polis, asker ve fasistler degildi. Ilk çelmeleri kendilerine "sol"cu diyen pasifistlerden, reformistlerden yediler. Ama yilmadilar, dogru bildiklerinde ayak dirediler. Dogru bildikleri sömürü ve zulme karsi savasmanin zorunluluguydu. Dogru bildikleri bu savasin Marksist-Leninist ilkeler isiginda zafere ulasacagiydi. Dogru bildikleri Marksizm-Leninizm’in bir dogma degil, bir eylem kilavuzu olduguydu. Dogru bildikleri bu savasi "Dünyanin Türkiyesinde" yürüteceklerdi. Dogru bildikleri bu yolda dosdogru yürüdüler. Bu yol ihtilalin yoluydu.


Ihtilalin yolu Adali’larin yoluydu.


Osmanlı'nın Düzenine Karşı Komünar Temelde
Eşitlikçi Bir İsyan;

Şeyh Bedrettin Ayaklanması

Tarih, Osmanlı devletinin taht kavgalarıyla doludur. Kardeş kardeşin gözünün yaşına bakmaz. Bu taht kavgalarının bir başka yönü daha vardır. Kavgaların yansımaları farklı türlerdedir. Bu yansımalardan birisi halka olanıdır. Gerçi çok fazla da bir şey yansımaz buraya. Yansıyanlar da eşitsiz ve adaletsizliktir. O dönemde dahi karşımızda olan yoksulluktur. Çoğunluğun aç olması, azınlığın rahat yaşaması halidir olan.
Devrimci mücadelenin tarihten bugüne getirdikleri bunun için önemlidir. Eşitsiz ortamın olduğu her zaman buna karşı bir hareketlenme, başkaldırı vardır. Bu başkaldırılar anladığımız anlamda örgütlü olmasa da özünde devrimci, iktidarı ele geçirici bir ruh yansıtır. Yüzyıllar önce de böyleydi, şimdi de böyledir, önümüzdeki yıllarda da böyle olacaktır. İnsanlığın zulme karşı mücadelesi hiçbir zaman bitmeyecektir. Topluma önderlik eden ve edecek olanlar daima var olacaktır. Gelecek de bu önderliklerin yaratmış olduğu değerlerin üzerinden kurulacaktır.
1400’lü yıllara kadar gittiğimizde “geçmiş” için söylediklerimizin doğruluğu ortaya çıkar. Tarih bir kere daha bizi haklı çıkarır. Düzenin yok etme politikasının tarihin her döneminde olduğunu da… Döneminin önderi Şeyh Bedreddin de asılarak katledilmiştir. Asılırken de kahramanca sözünden geri dönmemiş, kurulu düzene boyun eğmemiştir…
Kesin olmayan tarihlere göre Şeyh Bedreddin 1365 yılında Edirne’nin kuzeyinde Eskizagna-Kızanlık yolu üzerinde Simavna kasabasında doğmuştur. Eğitimine de Edirne’de başlamıştır. Buradan Bursa ve Konya’ya geçerek fıkıh, hadis, kelam, belagat, tefsir gibi eğitiminlerini tamamlar. Daha sonra hayatını değiştirecek yer olan Mısır’a doğru hareket eder. Mısır’da Muhammed Bin Ekmeleddin, sonradan ünlü bir tıp bilgini olan Hacı Paşa, ozan Ahmedi, Şemsettin Fenari gibi islam düşüncesinin o çağda önemli aydınları arasında yer alıp ilk tasavvuf eğitimini alır. Şeyh Hüseyin Ahlati de bu bilginlerden birisidir. Şeyh Ahlati Alevidir. Şeyh Bedreddin ise, aldığı eğitim çerçevesinde sünnidir. Ancak aradan geçen zaman Şeyh Bedreddin’i Alevi anlayışa doğru sürüklemiştir. Şeyh Hüseyin Ahlati öldükten sonra onun yerine geçer. Bu görevi fazla uzun sürmez. Şam, Halep, Karaman, Konya, Aydın, Tire ve İzmir’e uğrar ve 1406 yılında Edirne’ye gelir.
Bu zamanlar yukarıda bahsettiğimiz Osmanlı’nın taht kavgaları yaşanmaktadır. Musa Çelebi bu kavgadan “galip” çıkarak Edirne’yi ele geçirir. Şeyh Bedreddin kazaskerdir artık. 1413 yılında bu görevi son bulur. Musa Çelebi’nin kardeşi Çelebi Mehmet tahtı ele geçirir ve Şeyh Bedreddin’i İznik’e sürgüne gönderir. Şeyh Bedreddin burada örgütlenme faaliyetlerini artırır. İnsanlar daha önce de söylediğimiz gibi, taht kavgalarından dolayı huzursuzdur. Bu huzursuzluğunun yanında Osmanlının baskıları da eklenince bıkkınlık artar.
Bedreddin’in de insanlara vaat ettiği düşünceler bu çerçevededir. Bedreddin sevgiyi, insanın bütün kötülüklerden kurtulması, yücelmesi ve Tanrı katına yükselmesi olarak anlar. Eşitlik ve kardeşlik düşüncesini hep ön planda tutar. Bu anlamıyla döneminin komünar önderlerindendir. Bu önderlik Anadolu topraklarında bir kesişme noktası olmuştur.
Bedreddin cenneti dünyada arayanlardandır. Varidat adlı eserinde Tanrıyı “bütün işlerin kendi özünden doğması, olgunluk nitelikleriyle nitelenmiş olması yüzünden salt varlık” olarak açıklarken, “salt varlığa” yüklenen “yalnız kendisiyle, kendi özü ile varolan, başka bir nesnenin varlığını gerektirmeyen varlık” anlamıyla, hem yaratılmanın hem de yoktan varolmanın reddiyle, her insanın Tanrı’nın dünya üzerindeki görünümü olduğu biçimde açıklar. Bu anlayış İslama, şeriat ilkelerine tamamen aykırıdır. Biraz daha açarsak Şeyh Bedreddin, yeniden dirilişi “bir gövde ile ayrıntıları, dağılıp yokolduktan sonra yeniden eski biçimine dönmez, yeniden birleşip bütünleşemez, var olamaz” diyerek ret eder.
Bu görüşler Anadolu’ya yayılır. Bunda en önemli rol de Şeyh Bedreddin’in müritlerinden özellikle Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’dir. Anadolu’nun değişik kentlerinde örgütlenme çalışmaları yapan bu insanlar Şeyh Bedreddin’e oldukça insan kazandırmıştır. Börklüce Mustafa Aydın’da, Torlak Kemal ise, Manisa’da Osmanlı ordusuna karşı direnişler gerçekleştirmektedir.
Bu direnişler Osmanlı tahtı için tehlikeli görülür. Çelebi Mehmet direnişi bastırmak için askeri gücünü seferber eder. Karaburun’da Börklüce Mustafa işkence edilerek öldürülür. Bu direnişlerde Osmanlı ordusu kayıplar vermektedir. Fakat, direniş bastırılır. Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal işkencelerden geçirilir. Bu işkencelere karşı kahramanca direnilir, teslim olunmaz. Bu yenilgiden sonra Şeyh Bedreddin, Rumeli’de önce Eflak, oradan da kendisini sevenlerin çok olduğu Deliorman’a gider. Burada Osmanlı Ordusuna esir düşer ve Serez Çarşısı’nda, 1420’de idam edilir.
Şeyh Bedreddin’in müritlerinden Börklüce Mustafa, bazı kaynaklara göre, Sakız Adası yörelerinde Hıristiyanlar ve keşişlerle ilişki kurup, onlara Şeyhin görüşlerini açıklamış, böylece belki de o güne kadar dini farklılıkların üstünü örttüğü “hak edilmiş bir ortak yaşantı” kurmak amacıyla ortak davranma yollarını araştırmıştı.
Bedreddin’i diğer ayaklanmalardan ayıran fark kolektif emeği savunması ve emeğe verdiği değerdir. Sömürünün ortadan kalkmasıdır. Eşit, ezilen-ezen çelişkisinin yaşanmadığı bir dünya özlemidir. Bedreddin’e göre, dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünleri insanların ortak malıdır. Bedreddin bu bağlamda derki “Ben senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim, sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve hepimizin malıdır.” Ayrıca bir farkı da13. yüzyıl boyunca Anadolu’daki ayaklanmaların öncüsü, esin kaynağı olmasıdır. Devlet düzenini zora dayanarak sarsmasıdır. Devletle çatışarak yaşamını kaybetmesidir.
Mısır’da aldığı eğitimin bunda oldukça etkisi olmuştur. Bu süreç, Bedreddin’i uğrunda canını kaybettiği eşitlikçi-devrimci düşüncelere yöneltmiş, tanrısal gerçeklere varmanın yolunu ancak Tanrı ile kurulacak yakınlık sonucu Tanrı ışığının içe doğuşundan geçtiği, insanın Tanrı ile özdeşleştiği ve cennetin ancak bu dünyada kurulabileceği fikrine ulaştırmıştır. Bu da Bedreddin’le, aynı kanıları paylaşmayanlarca, dinsiz, sapkın ve asi ilan edilmesini sağlamıştır. Aynı zamanda yeryüzünde olduğunu iddia ettiği cennete erişmek isteyen, çünkü cehennemi yeryüzünde bulmuş olan ezilenlere yol gösterdiği için, egemenler tarafından bir kargaşalık kaynağı olarak algılanmasının gerekçelerini yaratmış, egemenler katında kargaşalığın kaynağı olarak gösterilmesine yetmiştir.
Ayrıca İslam dininde Tanrı ile kul arasında kurulan ilişkilerin başında gelen ibadet, islam geleneğinde Tanrı’ya bağlanmak, kulluk etmek biçiminde geçerken, Bedreddin’de farklı bir içerik kazanır. Bedreddin’e ibadetin esas anlamı, namaz, oruç, zekat vb. biçimleri altında yapılırken, insanın bütün kötülüklerden arınması, Tanrı’ya kavuşmasıdır. İbadet ancak bütün kötülüklerden ve özellikle bütün çıkarlardan arınmış bir gönülle yapılması gereken ahlaki bir sorundur.
Bedreddin’in cennet hakkındaki görüşlerini biraz daha açarsak, “birtakım insanlar, birtakım insanlara taparlar, kimi altın ve gümüş paralara, kimi yenilecek, içilecek nesnelere tapar da Tanrı’ya taptığını sanır” derken, ibadetin dışa dönük bir görevin yerine getirilmesi, bir çıkarın sağlanması, cennete gidilmesi amaçlarıyla yapılmasını açık bir dille ret eder. Bedreddin’e göre Tanrı’ya ya da başka bir deyişle Tanrı’nın bir görünüşü niteliğine kavuşma çabasındaki insana yakışan, mülk ortaklığının olduğu bir toplum düzenidir.
Şeyh Bedreddin dönemin eşitlikçi komünar önderidir. Topluma gerçeği gösteren bir ışıktır. Ve o ışık hiç sönmemiştir. O ışığı taşıyanlar zalimlerce katledilmiştir. Bedreddin ve sonrasında olduğu gibi. Bu katliamların zalimlere bir şey kazandırmadığı açıktır. O zamandan günümüze zalimlere karşı direniş bayrağı taşınmaktadır. Ezilenlerin tek kurtuluşu sosyalist, komünist toplumu yaratmaktan geçer. O yolculuk hala devam etmektedir. O kadar katliamlara karşın o ışığa kimse dokunmamıştır, dokunamayacaktır da….












 
  06 NİSAN 2008 DEN BUGÜNE 24487 ziyaretçi (50905 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol