SOSYALİZMKAZANACAK MY RC WORLD ip-numaram.com IP adresi

https://img.webme.com/pic/n/naazimca/yesil.jpg
   
  CAMFROG SOSYALİZMKAZANACAK KANALI
  fasist cunta ve faşizm
 
12 Eylül Faşizminin Hesabı Sorulmalı
Elif Çağlı

Türkiye'de 12 Eylül rejiminin işçi hareketinde ve devrimci mücadelede açmış olduğu yaralar hâlâ kapanmadı. Faşizmin işçi sınıfının örgütlü güçleri açısından yarattığı tahribatın izleri hâlâ silinmedi. Türkiye işçi sınıfı, örgütlerini dağıtıp parçalayan, nice canları içinden çekip alan, darağaçlarında sallandıran, işkencelerde katleden, sakat bırakan faşist bir diktatörlük döneminin hesabını soramadan bugünlere geldi. İşçi hareketi ve devrimci mücadele, bugün hâlâ yenilgi psikolojisinden sıyrılıp kendine olan güvenini kazanamadı.

12 Eylül faşizminin hesabı mutlaka sorulmalı. Sınıf düşmanından faşizm gibi bir karşı-devrimci saldırının hesabını sormamak, devrimci bir işçi sınıfına yakışmaz. Yapılan kötülükleri unutmak sınıf mücadelesinin şanına uygun değildir. Ama bu hesap nasıl ve kimden sorulacak?

Birinci sorunun daha yanıtını vermeye yeltendiğimiz anda karşımıza işçi sınıfı mücadelesinin örgütsel sorunları dikiliveriyor. Sınıfın devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyindeki muazzam gerileme bir yana, kitlesel sendikal mücadelesinin hali de henüz içler acısı durumdadır. Bu gerçeklerin üzerinden atlayamayız. Bu sorunların çözümü doğrultusunda bir çaba içine girmeksizin, sınıf mücadelesi açısından en doğru, en devrimci görünen istemleri de yükseltsek, boş konuşan 'devrimcilerin' durumuna düşmekten kurtulamayız.

Bir de soruna diğer uçtan yaklaşalım. Sınıfın geniş kitlelerini harekete geçirmekte, onun tekrar gücünü hissedip ayağa dikilmesini sağlamakta bir kalkış noktası olabilecek mücadele hedeflerinin yükseltilmesinin önemini de asla küçümseyemeyiz. Evet, 12 Eylül faşizminin hesabı mutlaka sorulmalıdır. Ama bu hesabın sorulabilmesi için, sınıf hareketinin bilinç ve örgütlülük düzeyinin ilerletilmesinin olmazsa olmaz bir koşul olduğu da kafalara kazınmalıdır. İşçi sınıfı ancak yakıcı istemler temelinde mücadeleye çekildikçe, böylece yavaş yavaş kendi gücünü yeniden hissetmeye başlayıp sıçramalar sağlayacak bir gelişme kaydettikçe, işler yoluna girmeye başlayacaktır.

Gelelim ikinci sorumuza. 12 Eylül faşizminin hesabı kimlerden sorulacak? Bir kere, sanık sandalyesine öncelikle oturtulması gerekenlerin, 12 Eylül faşizminin simgesi haline gelmiş ve onca insanın katledilip, sakat bırakılmasından doğrudan sorumlu olan darbeci generaller olduğundan hiç şüphe yok. Fakat suçlular bu kadardan mı ibarettir? Kuşkusuz ki değildir ve kabarık bir suçlular listesinin ardında esas suç odağı, faşizmi yaratan sermaye düzeni yer almaktadır. O nedenle, faşizmi yalnızca vitrinin önünde duran 'cellâtlar'la özdeşleyip, bunlara görev veren ve öne itekleyen gerçek suçludan hesap sormaya yeltenmemek, bir anlamda onun oyununa gelmek ve onu bağışlamak demek olurdu.

Faşizm sermayenin karşı-devrimci diktatörlüğüdür

Faşizm, ne Hitler gibi faşist liderlerin ne de onların demagojilerle peşlerinden sürükledikleri küçük-burjuva kitlelerin psikolojik tahlilleri temelinde kavranabilir. Zira Hitler gibi manyakları tarih sahnesinin önüne itekleyen ya da küçük-burjuva ve lumpen kitleleri işçi sınıfına karşı düşmanca bir psikolojiye büründürüp harekete geçiren gerçek etken, kapitalist sistemin içine düştüğü olağanüstü kriz koşullarıdır. Faşizm, kapitalizmin tekelci gelişmesine içkin emperyalist rekabetin ve yayılmacı eğilimlerin kucağında yaşanan derin ve keskin bir bunalımın ürünüdür.

İkinci Dünya Savaşından sonra bazı ülkelerde yaşanan faşizm örneklerinde bu derece derin bir sistem bunalımı görülmese bile, yine de sermayenin faşist saldırısı o ülkelerde burjuva düzeni derinden sarsan bunalımlarla ilgilidir. Faşizmin şili, Türkiye gibi örnekleri söz konusu olduğunda, orta gelişkinlik düzeyindeki bu tip kapitalist ülkelerin, emperyalist sistemin zayıf halkalarını oluşturduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Faşizm, sarsıcı krizler içinde debelenen burjuva düzenin, devrimci durumlara, işçi sınıfının örgütlerine ve devrimci mücadelesine saldıran karşı-devrimci çözüm çabasıdır.

Faşizmin, küçük-burjuva kitlelerin öfke ve umutsuzluğunu faşist bir partide örgütleyerek ve bir anlamda aşağıdan yukarıya bir karşı-devrimi gerçekleştirerek, sivil faşist bir partiyle iktidara oturan 'tek tip' bir ilerleme çizgisine sahip olmadığı açıktır. İkinci Dünya Savaşından günümüze, faşizm çeşitli ülkelerde askeri diktatörlükler biçiminde de yaşanmıştır. Yunanistan'da yaşanan 1967 Albaylar Cuntası, şili'deki 1973 Pinochet rejimi, Türkiye'deki 1980 12 Eylül Askeri Cuntası gibi siyasal rejimler, bu ülkelerde finans kapitalin dışa açılma ihtiyacına denk düşen ve bu doğrultudaki yapısal değişimlerin gerçekleştirilmesi için devrimci mücadelenin, işçi hareketinin açıkça ezilmesini amaçlayan faşist askeri diktatörlüklerdir.

Gelecekten korkuya kapılan küçük-burjuva ve lumpen kitleleri yanına çekebilmek için, faşist hareket onlara milliyetçilik zehrini şırınga eder, işçi sınıfına ve onun enternasyonalist devrimci hedefine karşı düşmanlık aşılar. Küçük-burjuva kitleleri şu ya da bu oranda peşine takıp iktidara yürüyen faşizm, bu bakımdan bir küçük-burjuva siyasal akım olarak görünür. Fakat buna bakıp, faşizmin küçük-burjuvazinin iktidarı olduğunu düşünmek muazzam bir yanılgı anlamına gelecektir. Bu tür vahim bir yanılgıdan kaçınabilmek için, faşizm sorununu, iktidara tırmanan faşizm ile iktidardaki faşizm arasında ayrım yaparak kavramak mutlak bir zorunluluktur. Faşist diktatörlüğün sınıf niteliği ile faşizmin seferber ettiği kitle hareketinin sınıf niteliği kesinlikle aynı kapsamdaki sorunlar değildir. Faşizm küçük-burjuvazinin değil, tekelci burjuvazinin diktatörlüğüdür. İktidara tırmandığı dönemde küçük-burjuva ve işsiz kitleleri demogojilerle peşine takmış olsa da, faşizm iktidara geldiğinde mutlaka bu 'fazlalıklardan' kurtulmak isteyecektir. Gerek sivil faşist partilere dayanan iktidar örneklerinde, gerek askeri diktatörlük biçimlerinde, faşizm iktidar koltuğuna kurulduğunda devletin bürokratik kabuğu içine yerleşir. Zaten bu nedenle, faşizmin değişik versiyonlarına rağmen onlara egemen olan ortak öz, faşizmin iktidarı evresinden hareketle daha net kavranabilir.

Faşizm iktidara tırmanırken işçi hareketini kitle tedhişi ile pasifize etmeye çalışır ve eğer işçi-emekçi kitlelerin mücadelesiyle durdurulmazsa, iktidar koltuğuna yerleşir. Fakat iktidarı ele geçirdikten sonra da, işçi hareketinin ve onun örgütlerinin üzerine, devrimci çevrelere, zincirlerinden boşanmış bir karşı-devrimci şiddet ile saldıracaktır. Zira faşizmin iktidarını sürdürebilmesi için, işçi sınıfının yalnızca gözünü korkutmaya değil, onu uzun bir süre boyunca belini doğrultamayacak şekilde ezmeye, onun örgütlü güçlerini atomize etmeye, devrimci ruhunu zedelemeye ihtiyacı vardır. Faşizm burjuva düzenin en şiddetli ve saldırgan olağanüstü siyasal biçimlenmesidir. Faşizm, işçi sınıfının (uzlaşmacı ve reformist olanları da dahil) bütün örgütlerini parçalamak, onu örgütsüz ve tamamen pasif bir yığın haline getirebilmek, işçileri toplu sözleşme hakkından bile yoksun bırakıp şekilsizleştirmek amacıyla hareket eder.

Günümüzde faşizm tehlikesi var mı?

Faşizm, sermaye düzeninin bir zamanlar dünyayı kana bulayan ve işçi sınıfına, emekçi kitlelere nice acılar çektiren zalim saldırısı olarak yaşanmış ve artık tarih kitaplarının sayfaları arasında unutulmaya terkedilmiş değildir. Faşizm, burjuva devletin emperyalizm çağında devrim tehdidiyle yüz yüze geldiğinde büründüğü karşı-devrimci biçimdir.

Günümüzde faşizm tehlikesi konusunda yürüyen tartışmalar bağlamında, özellikle Avrupalı akademisyenler tarafından ileri sürülmüş olan bazı argümanlar, işçi hareketinin boşluklarından sızarak onu paralize etmeye çalışan burjuva etkisinin çarpıcı bir örneğini oluşturur. Bu akademisyenler, faşizmin özellikle Almanya örneğinin dünya halkları nezdinde lanetlenmiş olmasından hareketle, faşizmin bir daha yaşanmayacağını söyler dururlar. Faşizmin, Türkiye de dahil çeşitli ülkelerde zaten yaşanmış olduğu gerçeği bir yana, kapitalizmin çılgınlığını daha önce ele vermiş olması nedeniyle bir daha gündeme getirilemeyeceğini düşünmek kadar yanlış, tehlikeli ve mücadeleye zarar verici bir tutum olamaz. Sermayenin egemenliği devam ettiği sürece faşizm tehdidi de varlığını sürdürecektir. Faşizm burjuvazi açısından zorunlu hale gelip, buna gücü de yettiğinde, yine işçi sınıfının ve yoksul kitlelerin, devrimci kuşakların karşısına tüm melanetiyle dikilecektir.

Günümüzde emperyalist güçler arasında tırmanan gerilimlerin, nüfuz alanlarını yeniden paylaşım savaşlarının kana buladığı bölgelere bakıp da, hâlâ bir daha üçüncü bir emperyalist paylaşım savaşının çıkmayacağını iddia edenler hangi sıfatları hak ediyorlarsa, faşizm konusunda da durum aynıdır. Avrupa'daki tuzu kuru aydınlar ve onların dümen suyundan giden sözde sosyalistler, dünyayı rahat döşeklerinden seyredip yangın kendi evlerine ulaşmadığı sürece, 'bir daha olmaz' nakaratını terennüm etmekle kendilerini kandırmaya devam edebilirler. Ama bunu yaptıkları sürece, emperyalist güçlerin kaynayan bir cadı kazanına döndürdükleri günümüz dünyasında tehlike adım adım kendi evlerine de yaklaşacaktır.

Bazı Avrupa ülkelerinde faşist partiler belirli düzeylerde yükseliş kaydediyor olsalar da, faşizmin bu ülkelerde henüz güncel bir tehdit boyutuna ulaşmadığı doğrudur. Ama yarın neler olacağı belli mi olur? Ekonomik krizlerin, yeniden paylaşım savaşlarının sarsıntılarıyla dönen, yabancı düşmanlığının, ırkçılığın tırmandırıldığı günümüz dünyasında, başı fena halde sıkıştığında kapitalist sistemin içinden yine faşizm belâsını çıkartabileceği gerçeği asla küçümsenemez. Ayrıca da unutulmamalı ki, dünya Avrupa'dan ibaret değil. Türkiye olsun, çeşitli Latin Amerika ülkeleri olsun, emperyalist sistemin bu zayıf halkalarında yaşanan faşizm gerçeğinin devrimci işçi hareketinde yarattığı büyük tahribatın etkileri canlı bir tarih olarak karşımızda duruyor. Üstelik faşizm bugün, egemen emperyalist güçlerin yeni markası 'medeniyetler çatışması' adı altında, işçi ve emekçi insanları Müslüman-Hristiyan ekseninde bölüp birbirine kırdırtma planlarıyla kendine yeni yollar açmaya hazırlanıyor.

Faşizme karşı mücadelede doğru tutum

Burjuva devlet, ezen ve sömüren sınıf burjuvazinin, ezilenler, sömürülenler üzerindeki diktatörlüğüdür. Bu diktatörlük, parlamenter işleyişlerde görüldüğü üzere 'demokratik' biçimlerle örtüleneceği gibi, olağanüstü koşullarda üzerindeki 'demokrasi' şalını fırlatarak kendini çıplak bir diktatörlük biçiminde de ortaya koyabilir. İşte faşizm, burjuva düzenin bu çıplak diktatörlük biçimidir. Fakat burjuva düzenin olağan parlamenter işleyişiyle, bir olağanüstü yönetim biçimi olan faşizm arasındaki ayrımı, 'alt tarafı bir biçim farkı' deyip küçümseyemeyiz. Burjuva düzenin sıklık kazanan gerici ve baskıcı uygulamalarından hareketle, sürekli faşizm şeklinde bir teori icat etmek ve burjuva düzenin olağan ve olağanüstü yönetim biçimleri arasındaki farkı hepten görmezden gelmek Marksist kavrayışla bağdaşmayan bir tutumdur. Esasen süreklilik arzeden burjuvazinin diktatörlüğüdür; faşizm ise bu diktatörlüğün olağanüstü baskıcı, kanlı, çıplak biçimidir.

Faşizme karşı mücadelede elde edilecek sonuç, sınıf mücadelesinde hegemonyayı kimin kuracağına, hangi sınıfa özgü demokrasi bayrağının egemen kılınacağına bağlıdır. O nedenle olağanüstü burjuva rejimlere karşı mücadelede bayrakların asla karıştırılmaması gerekir. Nitekim daha geniş halk cepheleri kurma adına, işçi sınıfını burjuvaziyle işbirliğine yönelten ve böylece demokrasi mücadelesinin önderliğini altın bir tepsi içinde burjuvaziye sunan tüm anlayışlar (Stalinist halk cephesi örnekleri ve benzeri sulandırılmış ittifaklar) tarih boyunca işçi sınıfına nice acı yenilgiler tattırmışlardır.

Uzak ve yakın tarihimizden almamız gereken çok önemli dersler vardır. Çeşitli tarihsel örneklerin gözler önüne serdiği gibi, işçi sınıfının kitle örgütlerinde etkin olan Sosyal Demokrasi ve Stalinizm, faşist diktatörlüklere karşı mücadelenin burjuva düzenin temellerini sarsacak düzeye erişebilmesini engelleyici işlev görmüşlerdir. Faşizmin niteliği konusunda bilinç bulandırdıkları gibi, demokrasi mücadelesinde burjuva hegemonyasının kurulmasını sağlayacak strateji ve taktiklerle işçi sınıfının savaş yolunu tıkamışlardır. Neticede, işçi sınıfının mücadelesini ilgilendiren tüm sorunlarda olduğu gibi, faşizm sorunu söz konusu olduğunda da meselenin en can alıcı yönünü, işçi sınıfının devrimci önderliğinin var edilmesi ve güçlendirilmesi sorunu oluşturmaktadır.

12 Eylül Faşizmi

1970'lerden 80'lere uzanan süreçte yaşanan ekonomik ve siyasal kriz, yükselen işçi hareketi, devrimci örgütlülük düzeyindeki artış, ayrıca çeşitli uluslararası gelişmelerin üst üste binmesiyle (1979'da İran'da Mollaların iktidara gelmesi, yine aynı yıl içinde Sovyet askeri gücünün Afganistan'a müdahalesi, ABD'nin Ortadoğu'ya yönelik planları nedeniyle Türkiye'de sıkı bir düzen istemi vb.), burjuva düzen derinden sarsılmaya başlamıştı. Devlet koruyucu güçler bir kez daha üniforma ve kılıç kuşanmaya hazırlanırken, büyük sermaye güçleri de tercihlerini yine olağanüstü bir rejimden yana yapacaklardı.

12 Eylül askeri darbesini önceleyen dönemi incelediğimizde, büyük burjuvazinin sanayi, ticaret, bankacılık vb. alanlarındaki çeşitli unsurlarının artık tam anlamıyla bir mali sermaye oluşumu içinde sentezlenip güçlendiğini görürüz. '80 dönemeci, finans kapitalin ülke içinde ahtapot kollarıyla her alanı hegemonyası altına aldığını ve artık dış pazarlarda atılım yapmayı şiddetle istediğini kanıtlayan çok önemli bir dönemeç noktasıdır. Büyük sermaye bu dönemeç noktasında, gerek içte muazzam bir kapitalist sıçramayı gerçekleştirmek ve gerekse dörtnala dış pazarlara açılmak için önündeki engellere tam bir vuruş yapmaya hazırlanmıştır. Gelişen ve iktisaden egemen konuma yükselen mali sermaye açısından, geçmiş dönemlerin iç pazara dönük birikim tarzının yarattığı tıkanıklığın aşılması ve yapısal değişikliklerin gerçekleştirilmesi artık kaçınılmaz hale gelmiştir. Zira Türkiye kapitalizminin uzun yıllar boyunca içe kapalı işleyişinden kaynaklanan yapısal bunalımı, dünya kapitalizminin de içine girdiği durgunluk eğilimiyle çakışarak iyice olgunlaşmış, çözümü ertelendiği için de problemler alabildiğine büyümüştür.

Gerçekte 12 Eylül dönemecinde burjuva düzen, ekonomik-toplumsal-siyasal açıdan alabildiğine sıkışık bir vaziyettedir. Büyük sermaye, gerçekleştirmeyi arzuladığı atılımla mevcut durum arasındaki devasa gerilim nedeniyle, ekonomik, siyasal tüm cephelerde saldırıya geçmiştir. Nitekim büyük sermaye, 24 Ocak kararlarıyla dışa açılmanın önündeki engellerin tasfiyesi için yapısal değişim hamlesini başlatırken, 12 Eylül askeri rejimi ile de sınıf hareketinin yükselişini durdurmayı ve burjuva düzeni tehdit eden devrimci durumun ortadan kaldırılmasını amaçlamıştır.

Burjuva düzeni ciddi biçimde tehlikeye sürükleyen ağır bunalım durumlarında, burjuvazi bir çıkış yolu bulmak için, işçi örgütlerinin yarattığı basınçtan kurtulmaya çalışacaktır. Bu örgütleri yok edebilmenin, onları ezip geçebilmenin bir yolunu aramaya koyulur burjuvazi. Türkiye'de de böyle olmuştur. Faşizm, 12 Eylül öncesinde birbirini izleyen Milliyetçi Cephe hükümetlerinin arkasına saklanarak, etkisi altına aldığı küçük-burjuva ve lumpen kesimleri örgütleyip askerileştirmiştir. Faturayı da finans kapitale göndermiştir. Bu tespit, genel anlamının yanı sıra özel olarak da doğrudur. Unutmayalım ki, düzenini tehdit eden toplumsal kriz ve devrim korkusu geçtiğinde 'demokrat' esvaplarını sırtına geçiren büyük sermaye çevreleri ve onların 'saygın' örgütleri, Türkiye'de faşist tırmanış döneminde ülkücüler diye anılan faşist güruhu gizliden gizliye destekliyorlardı.

12 Mart örneğinden farklı olarak, 12 Eylül askeri darbesi öncesinde faşizmin iktidara tırmandığı ciddi bir hazırlık dönemi yaşandı. MHP, işçi ve emekçi kitlelerin düzen değişikliği yönündeki özlemlerini istismar ederek, küçük-burjuvazinin öfkesini ya da umutsuzluğunu harekete geçirerek ilerledi. Ayrıca MHP'ye bağlı kadrolar ve örgütler, burjuva düzenin kontr-gerilla gibi gizli güçleriyle işbirliği içinde lumpen proletaryadan özel birlikler devşirdiler. İşçi sınıfının militan grevlerini kırmak, önde gelen temsilcilerine saldırılar düzenlemek ve genelde pek çok devrimciyi öldürmek üzere organize edilen bu özel birlikler paramiliter bir faşist örgütlenme görünümündeydi. Amaç toplumun faşist terörle korkutulup sindirilmesiydi.

Nitekim bu süreçte mezhep çatışmaları körüklendi, nice kitlesel katliamlar gerçekleştirildi, beş bine yakın insan öldürüldü. ABD emperyalizminin darbe tezgâhçısı CIA ajanlarının desteğiyle ve Türk devletinin kontrgerilla türü Gladio uzantısı gizli örgütlerinin marifetiyle yürütülen 1 Mayıs 1977 katliamı, işçi sınıfını ve geniş kitleleri terörize edip sindirmeyi amaçlıyordu. İşte 12 Eylül darbesi öncesinde, faşist bir rejime giden yol adım adım böyle döşendi. O dönemde işçi sınıfının öncü unsurları savaşa atılıp geride duranları mücadeleye çekmek istediler, fakat oportünist-reformist liderlikler tarafından engellendiler. Böylece, sonuçsuz bir gerilim, derin bir huzursuzluk ve nihayetinde de yönsüzlük proletaryayı içten sarstı. Neticede diğer tarihsel örneklerde olduğu gibi, Türkiye'de de faşist askeri cunta, yenilgi ruh haline bürünmüş bir işçi sınıfının üzerine geldi. Dönemin burjuva basını, büyük sermayenin örgütü TÜSİAD'ın orduyu parlamenter işleyişi tamamen ortadan kaldıracak bir darbeye çağıran ilânlarıyla bezendi. Zaten uzunca bir süredir askeri darbe için hazırlanan ordu kurmayı bu davete seve seve icabet edecek ve 12 Eylül askeri darbesi sonucunda beş generalden oluşan Milli Güvenlik Konseyi (MGK), Kenan Evren'in devlet başkanlığı altında tüm yasama ve yürütme yetkisini elinde toplayacaktı. Böylece finans kapitalin kanlı, çıplak diktatörlüğü faşizm de iktidar koltuğuna kurulmuş olacaktı.

12 Eylül karşı-devrimci askeri darbesi ordunun emir komuta zinciri içinde tepeden indiğinde, darbeye ortamı hazırlamış bulunan özel faşist birliklere de, MHP'ye de artık ihtiyaç kalmamıştı. Ve darbenin mayalanma döneminde paramiliter çeteleriyle işlevini yerine getiren MHP lideri Türkeş de içeri tıkıldı. Türkeş ve avanesi, ortamı olağanüstü rejim için hazır hale getirmişlerdi. Fakat 12 Eylül olağanüstü rejimi, iktidarını bu sivil faşist örgütlenmeyle değil, ordu üst kurmayını temsilen faşist bir askeri cunta ile sürdürecekti. Bu nedenle Türkeş'in, 'kaderin' kendine ettiği bu oyuna fena içerlediğini ve 'fikirlerinin iktidarda, kendilerinin ise hapiste oluşundan' sık sık yakındığını hatırlatalım.

12 Eylül darbesiyle birlikte, en önde gelen burjuva siyasal partilerin başkanları, bakanları, lider kadroları ya hapsedildi ya da Demirel ve Ecevit örneğinde olduğu gibi Hamzaköy 'dinlenme tesisleri'nde gözetim altına alındılar. Burjuva siyasetçileri, yazarları, gazetecileri çeşitli tehdit ve gözdağıyla susturan askeri cunta, burjuva diktatörlüğünün açık şiddetini, devrimcilerin, sosyalistlerin, işçi sınıfının siyasal ve sendikal örgütlerinin üzerine kusmaya başladı. Onlarca devrimci darağaçlarında katledildi, düzmece davalarla yıllarca zindanlarda çürütüldü, işkence askeri cuntanın yürütme gücünün sistematik bir parçası haline getirildi; toplum iyice korkutulup sindirildi. 12 Eylül askeri diktatörlüğü parlamenter işleyişi tamamen ortadan kaldırdı, işçi hareketinin tüm örgütlü güçlerini devlet terörüyle ezdi, devrimcilere ve sol örgütlere yönelik açık baskı ve şiddet politikasını egemen kıldı.

Finans kapitalin faşist diktatörlüğü, toplumda mücadeleci işçi hareketine karşı bir nefret yaratıp onun üzerine oturmaya çalışır. 12 Eylül askeri cuntası da örgütlü ve sendikalı işçilere karşı bir tepki oluşturmaya çalıştı. Faşist rejim, sınıfın sendikal örgütlülüğünün parçalanması ve işçi ücretlerinin dondurulması için toplumda bir destek yaratma çabası içine girdi. Faşist cuntanın ilk dönemlerinde, Kenan Evren'in çeşitli yerlerde düzenlediği meydan mitinglerinde, bir otel görevlisinin ücretinin kendi maaşından nasıl da yüksek olduğu örneğini verip durması boşuna değildi. Cunta, sendikal hareketi tamamen dumura uğratacak, grev ve toplu sözleşmeleri yasaklayacak, işçi ücretlerini donduracak kararname ve uygulamaları yürürlüğe soktu. DİSK kapatıldı, malvarlığına el kondu. Türk-İş, askeri rejime boyun eğen korporatif bir sendikal örgütlenmeye indirgenmek koşuluyla açık bırakıldı.

12 Eylül faşist askeri cuntası tüm yasama ve yürütme yetkisini tamamen kendi ellerine almıştı. 'Anayasal düzeni koruma' gerekçesiyle iktidara el koyan generaller, bizzat kendileri mevcut Anayasayı bir kenara fırlatıp, yayımladıkları kararnameleri en 'yüce' yasa katına yükselteceklerdi. Bugün tasfiye edilmesi için onca mücadele edilen YÖK'ün, faşist cunta tarafından kuruluşu bu durumun en çarpıcı kanıtlarından biridir. Kısacası, faşizm genel başlığı altında toparlayabileceğimiz önemli unsurları içeren 12 Eylül askeri cunta dönemi faşist bir diktatörlük oldu.

Faşist iktidar ortalığı düzledikten sonra, dünya genelindeki, ülke içindeki somut koşullara ve siyasal dengelere bağlı olarak, rejim daha uzun bir süre ilk dönemindeki katılığıyla sürüp gidebileceği gibi, giderek gevşeme belirtileri de gösterebilir. Bu durumda faşizm işçi-emekçi kitlelerin yükselen mücadelesiyle yıkılabileceği gibi, olağanüstü rejim biçimleri arasında geçişlerin yer aldığı tepeden kontrollü bir süreç de yaşanabilir. İkinci durumda, faşizmin çözülüşü olarak adlandırabileceğimiz bir dönüşüm gerçekleşir. Askeri faşist diktatörlük biçimi, örneğin yerini bir tür Bonapartist rejime bırakabilir. Ne var ki, faşist diktatörlüğün işçi-emekçi kitlelerin devrimci başkaldırısıyla devrilemediği ve yerini bir başka olağanüstü yönetim biçimine terk ettiği örneklerde, faşist rejimin yerleştirdiği siyasal işleyiş uzun bir döneme damgasını vuracaktır. İşte Türkiye'de yaşanan da bu olmuştur.

MGK, 27 Mayıs'ın görece liberal anayasasını işlemez kılmıştı; daha sonra cuntacı generallerin kontrolünde göstermelik bir Danışma Meclisi oluşturuldu. 23 Ekim 1981'de toplanan Danışma Meclisi ile MGK'dan oluşan Kurucu Meclis, askeri cunta yönetimden çekilse bile olağanüstü bir rejimin sürdürüleceği bir anayasa hazırladı. Bu anayasa, cuntacı generallerin sorgulanmasını yasaklayan ve en temel demokratik hakların kullanımını 'ancak'namelerle kısıtlayan gerici bir içeriğe sahipti. Yeni anayasa, askeri cuntanın başı Kenan Evren'i yedi yıl süreyle cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtma teklifiyle birlikte 7 Kasım 1982'de halkoyuna sunulacak ve tüm örgütlülüğünü yitirerek atomize olmuş kitleler, tutuklanma ve işkence görme korkusu altında ezici bir çoğunlukla 'evet' diyeceklerdi. Böylece askeri diktatörlüğün ürünü olan 1982 Anayasası ve Bonapartist rejimlerde görüldüğü üzere 'halkoyuyla' devletin tepesine oturtulan başkanıyla, 12 Eylül rejiminin uzun bir dönem sürekliliği amaçlanmış oluyordu. Olağanüstü rejim biçim değiştirmiş olsa bile, bu amaca ulaşılacak ve takip eden süreçte yapılan seçimlerle, olağanüstü dönemin anayasası ve yürürlükteki kararnameleri altında sözde bir parlamenter işleyişe geçilecekti.

12 Eylül rejiminin ilk döneminde tam bir faşist diktatörlük olarak yapılanan burjuva düzen, büyük sermayenin özlemle beklediği yapısal reformların gerçekleştirilmesi yolundaki siyasal engelleri temizlemiş, meydanı hazırlamıştı. 1983 parlamento seçimleriyle birlikte faşist diktatörlük yerini 12 Eylül rejiminin sürekliliğinin simgesi Evren'in cumhurbaşkanlığı ve Özal'ın liderliğindeki devşirme parti ANAP'ın yürütümünde bir başka tür olağanüstü işleyişe bıraktı. Daha önce kapatılan siyasal partiler üzerindeki yasakların devam ettiği, siyasi yaşamdan uzaklaştırılan burjuva siyasetçilerin haklarının henüz iade edilmediği ve siyasi arenada Özalcı bir yârân takımının sivriltildiği bir dönemdi bu.

1983 yılında yapılan seçimlerle faşist askeri cuntanın yönetimden çekilmesi ve yerini sözde parlamenter bir işleyişin alması, olağanüstü yönetimin faşist diktatörlük biçiminin sona ermesi anlamına gelir. Olağanüstü yönetim, bu kez de Özal başbakanlığındaki 1983-1989 döneminde Bonapartist bir biçim altında varlığını sürdürmüştür. Olağanüstü rejimdeki bu biçim değişikliği, açık savaş yöntemleriyle devrimci hareketi ezip temel görevini yerine getirmesinden sonra, faşist diktatörlüğün Bonapartist bir yönetim doğrultusunda çözülebileceğinin örneğini verir. Finans kapital bu kez de Bonapartist yönetim biçimine, giriştiği yeniden yapılanma hamlesini işçi mücadelesinin tekrar kesintiye uğratmasını önlemek ve devrimci hareketin yeniden başını kaldırmasını engellemek amacıyla ihtiyaç duymuştur.

Dünyada neo-liberal rüzgârların estirildiği bir konjonktürde başbakanlık koltuğuna kurulan Özal, ekonomide estirdiği liberal rüzgârlarla, Thatcherizm, Reaganizm örneklerinin bir benzerinin Türkiye'de Özalcılık olarak yükselişine de isim babalığı yapacaktı. TÜSİAD'ın istemi doğrultusunda, ekonominin dümeninin bizzat 24 Ocak kararlarının mimarı Özal'ın ellerine bırakılmasıyla birlikte, Türkiye'de uzun yıllar boyunca dokunulmazlar listesinde yer alan ekonomik kurallar değişikliğe uğratıldı. Örneğin Türk parasını koruma kanunu gibi ulusalcı ve korumacı önlemler ilga edilerek, dış ticaret rejimi serbestleştirildi. Özal iktidarı, toplumun tüm çivilerinin yerinden çıkması pahasına, Türkiye kapitalizminin finans kapitalin arzusu doğrultusunda yapısal bir değişim geçirmesini (dışa açılmasını, emperyalist işleyişe daha fazla entegre edilmesini) başardı. Fakat siyasal yaşamda gericiliğin, sendikal ve siyasal yasakların devam ettiği ve faşist cuntanın başlattığı işlerin (siyasi davalar, sistematik gözaltılar, işkence, yargısız infazlar vb.) sürdürüldüğü bir dönem oldu Özal dönemi.

Faşist Evren'in cumhurbaşkanlığı süresinin sona ermesi ve Özal'ın cumhurbaşkanlığı koltuğuna kurulmasıyla birlikte, olağanüstü yönetim biçiminin çözülmesi bakımından yeni ve önemli adımlar atılacaktı. '90 dönemecinde eski siyasetçiler üzerindeki yasakların kaldırılması ve yasalarda bazı değişikliklerin yapılmasıyla 'normal' bir parlamenter işleyişe geçilmiş gibi görünse de, burjuva düzen bu kez de asker-polis devleti uygulamalarının ağır bastığı bir biçimde varlığını sürdürdü. Böylece, 90'lardan 2002'deki son genel seçimlere kadar ilerleyen süreçte Türkiye, görece olağan bir parlamenter işleyişle olağanüstü denilebilecek bir asker-polis rejiminin sınırında zikzaklar çizdi durdu.

Türkiye gerçekten de, faşizmin güçlü bir işçi mücadelesiyle çökertilmediği durumlarda, faşist diktatörlük biçimini diğer olağanüstü işleyiş biçimlerinin izlediği çarpıcı bir örneği sergiler. 12 Eylül faşist diktatörlük dönemiyle başlayıp, Bonapartist bir yönetim ve asker-polis devleti uygulamalarının ağır bastığı fazlarla ilerleyen süreci, bir bütün olarak 12 Eylül rejimi olarak adlandırmak doğru bir tutumdur. Zira, burjuva devletin faşist iktidar biçimi ortadan kalkmış olsa dahi, faşist iktidarın siyasal ve toplumsal yaşamda yarattığı altüstlüğün uzantı ve kalıntıları devam etmiştir. İşte bu nedenle 1983'ten 2002'ye uzanan süreci, 12 Eylül rejimi olarak adlandırmak anlamlıdır. Fakat, özel olarak faşist diktatörlüğün çözülüşüyle, genel olarak 12 Eylül rejiminin çözülüşünü de birbirine karıştırmamak gerekir. 1983 parlamento seçimleriyle sözde bir parlamenter işleyişe geçilmiş, ancak olağanüstü rejimin (12 Eylül rejiminin) çözülüşü henüz tamamlanmamıştır. Bu özellik, faşist bir diktatörlüğün kurulması noktasına ulaşamayan 12 Mart rejimiyle, 12 Eylül rejimi arasındaki kapsam farkını da gözler önüne serer.

Faşizmin devrimci işçi-emekçi mücadelesiyle çökertilmemesi ve etkilerinin uzatmalı bir süreç içinde gıdım gıdım tasfiye edilerek olağan bir işleyiş dönemine geçilmesi, alabildiğine sancılı bir süreçtir. Türkiye'de 12 Eylül faşizminin atomize ettiği, örgütlü mücadeleye karşı derin bir korku aşıladığı işçi sınıfı, uzun süre belini doğrultamayacak denli ağır bir yumruk yemiştir. Nihayetinde 2002 genel seçimleri dönemecine, devrimci örgütlenmenin inanılmaz ölçülerde gerilediği, geniş işçi-emekçi kitlelerin parlamenter sistem çerçevesinde yaratacakları değişim dışında bir seçenek göremedikleri koşullarda gelinmiştir. 3 Kasım seçimlerinde kitleler, uzun süren baskı, yozlaşma ve yalanlarla dolu karanlık dönemin sorumlusu olarak gördükleri partileri sandığa gömüp, yeni bir alternatif diye baktıkları AKP'yi iktidar koltuğuna oturtmuşlardır.

Sonuç

12 Eylül rejimi tartışılırken üzerinden atlanmaması gereken çok önemli bir husus var. Türkiye'de faşizmin son buluşu, bir zamanlar İspanya, Yunanistan, Portekiz ya da kimi Latin Amerika ülkelerinde yaşanan sürece benzemedi. Bu ülkelerde kaydedildiği üzere, faşist diktatörlüğün artık gücünü yitirdiği bir süreçte onu alttan gelen bir darbeyle çökerten bir gelişme Türkiye'de yaşanmadı. Keza, yine söz konusu örneklerde gözlemlenen işçi-emekçi kitle hareketi, devrimci ayaklanmalar ve bu yükselişi devrim yolundan geri döndürmek amacıyla burjuva demokrasisinin yeniden inşası yönünde yürütülen hararetli seferberlikler Türkiye'de yer almadı. Faşist askeri diktatörlükleri göçertmek üzere kitlelerin ayağa kalktığı örneklerde, isyancı dalganın zoruyla cuntacı generaller suçlu koltuğuna oturtulurken, Türkiye'de faşist cuntacılar, iktidar makamları sayesinde şişirdikleri cüzdanlarıyla gözden uzak köşelerinde istirahata çekildiler.

Zira Türkiye'de faşizm, işçi mücadelesi ve devrimci hareketin belini doğrultamadığı koşullarda tepeden kontrollü biçimde çözüldü. Bu gelişme, devrimci bir önderlikten yoksun, bilinç ve örgütlülük düzeyi alabildiğine geriletilmiş bir işçi sınıfı gerçekliğine, bir de devrimci işçi hareketini dünya ölçeğinde son derecede olumsuz yönde etkileyen alt üstlüklerin eklendiği bir süreçte yer aldı. Bu nedenle, 12 Eylül faşist askeri diktatörlüğü ile ezilen işçi hareketi, yukarda sıralanan örneklerde yaşanan yeniden toparlanma evresini yaşayamadı. Türkiye işçi sınıfı, faşizme karşı yükseltmeyi başardıkları mücadeleler sayesinde güçlerini ve kendilerine olan güvenlerini yeniden kazanan sınıf kardeşlerinin izinden yürümeye ne yazık ki muvaffak olamadı.

Sonuç olarak 1980'den günümüze uzanan süreç irdelendiğinde, Avrupa ülkelerinden farklı olarak, Türkiye'de burjuvazinin olağanüstü yönetim biçiminin ne zaman sona erip ne zaman olağan bir burjuva parlamenter rejime geçildiğini söylemek bir bakıma gerçekten de zordur. Zira burjuva düzen, bir yanda parlamenter bir işleyiş diğer yanda olağanüstü rejimin yerleştirdiği kurum ve uygulamalar olmak üzere bir hilkat garibesi gibi son genel seçimlere dek uzanmıştır. Bir başka deyişle, Batı Avrupa'daki örneklerine oranla zaten çok daha güdük bir demokratik çerçevesi olan Türk parlamenter sistemi, 12 Eylül rejiminin etkisiyle daha da güdükleşmiş biçimde 2002 seçim sandığı sınavına girmiştir. Ve geniş halk kitleleri, statükocu güçlerin temsilcisi olarak gördükleri siyasal partileri bu sınavda çaktırmıştır.

Kemalizm yıllar boyunca, burjuvazinin her başı sıkıştığında sığındığı resmi devlet ideolojisi olarak varlık bulmuştu. Bugünse büyük sermaye, liberal ve 'sivil toplumcu' bir söyleme sarılmakta, statükocu devlet güçlerine eleştiriler yöneltmektedir. Siyasal yapılanmada Avrupa tipi bir değişimi arzulamaktadır. (şu işe bakın ki, bu Avrupa tipi burjuva demokrasisi de günümüzde Türk tipi burjuva demokrasisi doğrultusunda daralma sinyalleri veriyor. şayet Türk büyük sermayesi muradına erip, diyelim 10-15 yıl sonra AB ile entegrasyonu başarırsa, o buluşma noktası acaba neye benzeyecektir, bu da ayrı bir tartışma konusudur.) Böyle bir değişim, ona, globalleşen dünyada ekonomik gücünü arttırması ve mümkünse gücünün yetebileceği bazı alanlara yayılması bakımından zorunlu görünmektedir. Büyük sermaye, düzenin devrimci bir işçi hareketi tarafından tehdit edilmediği günümüz koşullarında, yapısal reformlarını gönül ferahlığıyla yaşama geçirmeyi istiyor. Fakat yarın?.. şayet yarın burjuva düzen devrim tehdidiyle ciddi bir tehlikeye sürüklenirse, büyük sermayenin ne yapacağını, yakın tarihte yaptıklarından hareketle tahmin etmek zor olmasa gerek!

Dünyada 80'ler sonrasında esen neo-liberal rüzgârların olumsuz etkisi ve ondan da daha çok 12 Eylül faşist diktatörlüğünün Türkiye'de siyasal yaşamı gerileten, toplumu atomize eden uzun dönemli tesiriyle işçi sınıfı henüz kendini toparlayabilmiş durumda değildir. Ekonomik, siyasal vb. çeşitli mücadele alanlarında işçi sınıfının örgütlülüğü çok ciddi biçimde zayıftır. Bu gerçekliğin olumlu doğrultuda değişikliğe uğratılması, işçi sınıfı devrimcilerinin temel problemidir. Bizler işçi ve emekçi kitlelerin yaşamını ve geleceğini her zaman çok yakından ilgilendiren ve görevlerimize ışık tutan temel gerçekleri hatırlamak zorundayız.

Birincisi, kapitalizm var oldukça olağanüstü siyasal yönetimler de, askeri darbe ve faşizm tehlikesi de var olacaktır. İkincisi, Türkiye'de bugün TC'nin geleneksel bürokratik yönüne karşı liberal demokrat bir tavır sergileyen büyük sermaye çevrelerinin, yarın sınıf mücadelesinin keskinleşmesi halinde yine üniformalı devlet güçlerini imdada çağıracağı çok açıktır. Üçüncüsü ve son söz: unutmayalım ki, hangi alanda ve hangi kapsamda olursa olsun, ancak örgütlü mücadeleyle elde edilen ve korunan kazanımlar kalıcı olabilir!




1 Eylül 2004

Faşizm Olgusuna Nasıl Yaklaşmalı
Utku Kızılok

Mayıs 2005

Gerek Türkiye’de gerekse dünyada burjuvazi milliyetçiliği her geçen gün daha da yükseltiyor. Emperyalist hegemonya savaşının kızışması ile dünyanın her yerinde emekçilere dönük saldırılar artıyor, anti-demokratik yasalar yürürlüğe konuyor, işçi-emekçi yığınlar üzerindeki baskı artırılarak toplum sindirilmek isteniyor, faşizan uygulamalar baş gösteriyor. Bu çerçevede, burjuva devlet, görünmeyen, yasadışı yüzü de dâhil olmak üzere tüm kurumlarıyla daha da güçlendiriliyor. 11 Eylül saldırılarından sonra Amerikan emperyalizminin emekçilere dönük başlattığı ve kitlelerin birbirini ihbar etmesi üzerine kurduğu fişleme operasyonu gerçekten de faşizm uygulamalarını hatırlatmaktadır. Avrupa ülkelerinde faşist partilerin oy oranları yükselirken, neo-Naziler yabancı düşmanlığını kışkırtarak başka uluslardan işçilere dönük saldırılar düzenliyorlar.

Son günlerde statükocu-devletçi burjuva güçlerin yükselttiği şovenizm histerisiyle faşist hareket kendine alan açmaya çalışırken, milliyetçilik ve faşizm meselesi de tartışma gündemine girdi. Ne var ki kapitalist düzenin hekimliğine soyunan sosyal demokratlar, liberal aydınlar ve hatta sözümona sosyalistler, faşizmin kapitalizm ile bağlarını kopartarak tarihsel bir çarpıtmayla konuyu ele alıyorlar. Böylelikle faşizm, akademik ve liberal burjuva çevrelerde entelektüel bir tartışma konusu olmaktan ileri gitmezken bir taraftan da yanlış fikirler pompalanıyor. İşte tam da bu konu tartışılırken meseleyi Marksist bir yaklaşımla inceleyen çalışmalara bakmakta yarar var.

Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme – Olağanüstü Burjuva Rejimlerin Marksist Bir Tahlili adlı kitabında faşizm olgusuna nasıl yaklaşmak gerektiğini ortaya koyuyor. Marx’ı, Lenin’i, Troçki’yi ve Komintern belgelerini inceleyerek, somut tarihsel örnekler üzerinden konuyu Marksist bir bakış açısıyla ele alıyor. Burjuva devletin aldığı farklı siyasi biçimleri incelerken Çağlı, biçime dair önemsenmesi gereken bir yöntem izliyor. Çalışmadaki Marksist yöntem ve kullanılan dilin berraklığı, politik bir kaygının özenle gözetildiğini gösteriyor. Böylece Çağlı, kapitalizmin gelişme aşamasında ve onun emperyalizm döneminde ortaya çıkan burjuva olağanüstü rejimleri –Bonapartizm, faşizm– inceleyerek, bu rejimlerin farklılıklarını ve kimi zaman birinden ötekine geçişleri de gözler önüne seriyor. Çağlı’nın eserinin özgünlüğü, 19. yüzyılın olağanüstü burjuva rejimlerini ve 20. yüzyıl boyunca birçok ülkede yaşanan faşizm olgusunu belli bir bütünlük içinde ele almasıdır.

Kitapta sorun bütün boyutlarıyla ele alınıyor. Burjuva devlet aygıtının genel yapısı ve olağanüstü siyasi biçimlenmeleri, kapitalist üretim ilişkileri ve sınıflar mücadelesinin gidişatıyla bağı içinde inceleniyor. Zira kapitalizmin gelişme döneminde ve sonraki aşamalarında burjuva devlet tipi aynı kalmasına karşın, onun siyasi biçimlenmeleri sürekli değişmiştir. Marx, kapitalizmin gelişme dönemindeki burjuva devletin aldığı siyasi biçimleri, burjuva devletin bir tahliline girişerek 18 Brumaire’de ortaya koymuştu. Ancak sermayenin yoğunlaşarak ve merkezileşerek yarattığı ve kapitalist çelişkileri de keskinleştirerek bir üst evreye taşıdığı tekeller dönemi olan emperyalizm çağındaki burjuva siyasal biçimler Marx’ın döneminden belli farklılıklar gösterir. Fakat ikincinin anlaşılması için birincinin incelenmesi elzemdir. Çağlı, kitabına koyduğu adla da burjuva olağanüstü rejimlerin birbirinden bağımsız ele alınmaması gerektiğini belirtmiş oluyor. Kitabın önsözünde, burjuva olağanüstü rejimlerin geçmişteki ve bugünkü biçimlenmeleri arasındaki ilişkiye dikkat çekiliyor:

Burjuva düzenin olağanüstü siyasal biçimlenmeleri konusunda sağlıklı bir tartışma yürütebilmek için, Marx’ın Bonapar­tizm çözümlemesinden hareket etmenin vazgeçilmez bir zorunluluk olduğu açıktır. … Marx’ın değerlendirmeleri bir yönüyle o dönemin somut koşullarını yansıtıyor olsa da, dikkatli biçimde incelendiğinde görülecektir ki, aslında kapitalizmin daha sonra ortaya çıkan olağanüstü yönetim biçimlerinin kavranabilmesi bakımından da inanılmaz zenginlikte ipuçları sunmaktadır. Bu ipuçlarından hareketle günümüze doğru düşünsel bir yolculuğa çıkmaksızın, emperyalizm aşamasına ulaştığında kapitalizmin içinden çıkardığı yeni bir olağanüstü biçimi, faşizmi lâyıkıyla kavramak mümkün değildir.

Burjuva olağanüstü yönetim biçimlerine ihtiyaç duyulmasının nedeni kapitalizmin bir işçi devrimiyle tehdit edilmesi gerçeğidir. Egemen sınıfın içine düştüğü yönetememe bunalımı ve işçi-emekçi yığınların eskisi gibi yönetilmemek için ayağa kalkmasıyla burjuva düzen birdenbire ölümcül bir devrim tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Burada burjuvaziyi dar boğaza sürükleyen esas güç, işçi sınıfının kapitalizme karşı ayağa kalkmasıdır. Ancak kapitalizmin gelişme dönemindeki karşı-devrim reaksiyonu ile emperyalizm döneminin karşı-devrim reaksiyonu kuşkusuz aynı olamaz. Çağlı özellikle bu ayrımın altını çizerken, olağanüstü siyasal biçimlenmeleri şemalaştırmanın Marksist bir yaklaşım olmayacağını, sürecin diyalektik gelişimiyle bu rejimlerin birbirinin içine de geçebileceğini vurgular. Nitekim 12 Eylül faşist diktatörlüğünün çözülüş süreci Bonapartist bir rejime hayat vermiştir:

1983 yılında yapılan seçimlerle askeri faşist cuntanın yönetimden çekilmesi ve yerini sözde parlamenter bir işleyişin alması, olağanüstü yönetimin faşist diktatörlük biçiminin sona ermesi anlamına gelir. Olağanüstü yönetim, bu kez de Özal başbakanlığındaki 1983-1989 döneminde Bonapartist bir biçim altında varlığını sürdürmüştür. Olağanüstü rejimdeki bu biçim değişikliği, açık savaş yöntemleriyle devrimci hareketi ezip temel görevini yerine getirmesinden sonra, faşist diktatörlüğün Bonapartist bir yönetim doğrultusunda çözülebileceğinin örneğini verir. Finans kapital, giriştiği yeniden yapılanma hamlesini işçi mücadelesinin tekrar kesintiye uğratmasını önlemek ve devrimci hareketin yeniden başını kaldırmasını engellemek amacıyla bu kez de Bonapartist yönetim biçimine ihtiyaç duymuştur

Elif Çağlı emperyalizm döneminin olağanüstü burjuva rejimlerinin çeşitli görünümler aldığını vurguluyor. Klasik faşizmi şemalaştırarak askeri diktatörlük görünümlü faşizm biçimlenmelerini sırf şemalarına uymuyor diye faşizmden saymayan anti-Marksist yaklaşımları da eleştiriyor. Almanya ve İtalya’da faşizm, sivil partiler aracılığıyla ve geniş küçük-burjuva kitleler üzerine basarak iktidara tırmanmıştı. Proleter devrimin muzaffer olmayışı karşısında umutsuzluğa kapılan küçük-burjuva ve lümpen proleter yığınlar soluğu hızla karşı-devrim kampında alırken, faşizm, çeşitli motifler kullanarak ve milliyetçi ideolojiyle kitlelerin beynini yıkayarak, küçük-burjuvaziye kurtuluş ümitleri vererek iktidara gelmişti. Korkunç bir diktatörlük kuran faşizm işçi sınıfının tüm örgütlerini ve siyasi partilerini dağıtmış, ezmiş, yok etmişti. Çağlı, faşizmin iktidara geçmesiyle yeni devlet aygıtları oluşturmadığını, fakat iktidar tekeli oluşturarak monolitik bir yapı kurduğunu vurgulayarak Troçki’den şu pasajı aktarıyor:

Faşizm zafere ulaştıktan sonra, finans kapital çelik bir mengene gibi bütün egemenlik organ ve kurumlarını, devletin yürütme, idari ve eğitim gücünü; orduyla, belediyelerle, üniversitelerle, okullarla ve kooperatiflerle birlikte bütün devlet aygıtını doğrudan doğruya ve derhal eline geçirir.

Almanya ve İtalya dışındaki ülkelerde de iktidarı tehlikeye girdiğinde, burjuvazi farklı görünümler altında bile olsa faşizme başvurmaktan geri durmamıştı. Bu dönemde Troçki’nin, Polonyalı Marksistlerin, askeri diktatörlük görünümündeki Pilsudski rejimini faşizm olarak değerlendirmemelerini eleştirdiğini hatırlatan Çağlı, Türkiye’de, Latin Amerika’da ve birçok ülkede yaşanan askeri diktatörlük biçimindeki faşizm örneklerine dikkat çekiyor. Faşizmin iktidara yürüyüş biçimine bakmanın yetersiz olduğunu, esas olarak kurulan iktidarın taşıdığı öze bakmak gerektiğinin altını çiziyor. Bununla birilikte askeri faşist diktatörlüklerin iktidara gelmeden önce küçük-burjuva ve lümpen kitlelerin hoşnutsuzluğunu kullandığını, bu iktidarların ansızın peyda olmadığının unutulmaması gerektiğini hatırlatıyor:

Yunanistan’da yaşanan 1967 Albaylar cuntası, Şili’deki 1973 Pinochet rejimi, Türkiye’deki 12 Eylül Askeri Cuntası gibi siyasal rejimler, bu ülkelerde finans kapitalin dışa açılma ihtiyacına, bu doğrultudaki yapısal değişimlerin gerçekleştirilmesi dönemine denk düşen ve devrimci mücadelenin, işçi hareketinin açıkça ezilmesini amaçlayan kanlı siyasi yönetimlerdir. Öncekilerden farklı olarak, bunlar faşist tipte askeri diktatörlüklerdir.

Faşizmi küçük-burjuvazinin iktidarı olarak sunan Poulantzas’ı eleştiren Elif Çağlı, iktidara tırmanan faşizm ile iktidardaki faşizm ayrımına dikkat çekiyor: “Faşist diktatörlüğün sınıf niteliği ile, faşizmin seferber ettiği kitle hareketinin sınıf niteliği kesinlikle aynı kapsamdaki sorunlar değildir.” İktidara yükselen faşizm ele geçirdiği devlet tekelini küçük-burjuvaziyi ezmek için kullanmaktan çekinmez; hatta buna mecbur kalır. Çok keskin bir dönüş yaparak üzerinde yükseldiği küçük-burjuva kitlelere saldırır, devletin çelik mengenesinde onu sıkarak ve ortamı terörize ederek küçük-burjuva hareketi bastırır. Böylelikle tüm toplumu etkisiz hale getiren faşizm, finans kapitalin en kanlı diktatörlüğünü kurar.

Lenin sonrası Komintern’in faşizm tahlillerini eleştiren Çağlı, Troçki’nin faşizm tahlilinin ve önerdiği mücadele yöntemlerinin ana hatlarıyla geçerli olduğunun altını çiziyor. Sovyet bürokrasisinin elinde kapitalist dünya ile diplomasi aracına dönüştürülen Komintern’e göre sosyal demokrasi faşizmin ikiz kardeşiydi. Bu Stalinist yaklaşıma göre sosyal demokrasi ve faşizm bir ve aynı olgulardı ve bundan dolayı her ikisine karşı da aynı tavrı almak gerekiyordu. Böylece sosyal demokrat partiler sosyal faşist ilan edilerek geniş işçi yığınları faşizmin kucağına itilmiş olunuyordu. Oysa Lenin dönemindeki Komintern ve Troçki, sosyal demokrasiyi burjuva düzenin olağan döneminin bir parçası olarak adlandırırken, faşizm ile farkını da kesin bir şekilde ayırarak vurguluyorlardı. Zira faşizm burjuva düzenin en kanlı diktatörlüğüdür ve burjuva olağan parlamenter rejimlerle büyük farklılıklar gösterir. Sosyal demokrat partiler de dahil tüm işçi örgütlerini darmadağın ederek işçi sınıfını koyu bir sömürü ve baskı altına alır faşizm. Bu farklılıklar ise işçi sınıfının mücadele taktiklerinin tayini bakımından oldukça önemlidir.

Aynı Komintern, Almanya’da faşizm iktidara geldikten sonra oportünist bir manevrayla, sosyal faşist ilan ettiği sosyal demokrasi ile “Halk Cepheleri” kurmaktan çekinmeyecekti. Üstelik orta burjuvaziyi ve büyük burjuvazinin bir kesimini bu cephenin içine çekmek amacıyla, faşizmi finans kapitalin yalnızca en kudurgan kesiminin diktatörlüğüne indirgeyerek, faşist rejimin sınıfsal tabanını daralttı. Böylece Stalinist Sovyet bürokrasisi sınıf işbirlikçiliğine teorik bir dayanak oluşturmuş oluyordu:

Fakat daha baştan hatırlatalım, bu ve faşizme ilişkin benzeri tanımlarda yer alan finans kapital vurgusu (ya da aynı gerçekliği anlatmak bakımından kullanılan büyük sermaye, tekelci burjuvazi gibi kavramlar), onun emperyalizm çağında burjuva düzenin hegemon gücü olması bakımından önem taşır. Yoksa burjuva düzen devam ettiği sürece, burjuvazi bir bütün olarak egemen sınıf olmayı sürdürür.

Kitabının üçüncü bölümünü esas olarak Türkiye’ye ayıran Çağlı, Türkiye’nin kuruluş sürecini, tepeden burjuva devrimleri ve ortaya çıkan Kemalist devletin yapısını inceliyor. Aynı bölümde üç ayrı askeri darbeyi ele alan Çağlı, 12 Eylül faşizmini Almanya ve İtalya’da ortaya çıkan klasik faşizm örnekleri ile karşılaştırarak çözümlüyor ve aralarındaki kimi biçimsel farklılıklara rağmen özsel aynılığını vurguluyor. Ek bölümlerde ise başta Latin Amerika ülkeleri, İspanya ve Yunanistan’da faşizmin aldığı görünümleri ele alıyor.

Gerek önceki bölümlerde gerekse Türkiye’deki 12 Eylül faşizmini incelerken, faşizmin iktidara yükselişi ile iktidardaki faşizm ve çözülme evresindeki faşizmin farklılıklar gösterdiğini özellikle vurgulayan Çağlı, böylece Türkiye’deki solun sürekli faşizm savını da eleştiriyor. Bu husus önemlidir. Zira faşizmin iktidarda olduğu ve işçi sınıfının tüm sendikal ve siyasal örgütlerinin dağıtıldığı kanlı bir dönem ile, burjuvazinin devrim korkusunu atlatarak düzenin iplerini gevşettiği çözülme dönemlerinde işçi sınıfı için izlenmesi gereken politikalar aynı olamaz. Faşizm iktidardayken atomize olmuş işçi hareketi, faşizmin çözülme evresinde burjuvazinin araladığı kısmi “demokratik” ortamı kullanmaktan geri durmaz ve bu durum kendi çalışma biçimlerini ve taktiklerini de beraberinde getirir.

Çağlı, Türkiye’deki faşizm sürecini şöyle özetliyor:

12 Eylül faşist diktatörlük dönemiyle başlayıp, Bonapartist bir yönetim ve asker-polis devlet uygulamalarının ağır bastığı fazlarla ilerleyen süreci, bir bütün olarak 12 Eylül rejimi olarak adlandırmak doğru bir tutumdur. Zira burjuva devletin faşist iktidar biçimi ortadan kalkmış olsa dahi, faşist iktidarın siyasal ve toplumsal yaşamda yarattığı altüstlüğün uzantı ve kalıntıları devam etmiştir. İşte bu nedenle 1983’ten 2002’ye uzanan süreci, 12 Eylül rejimi olarak adlandırmak anlamlıdır. Fakat özel olarak faşist diktatörlüğün çözülüşüyle, genel olarak 12 Eylül rejiminin çözülüşünü de birbirine karıştırmamak gerekir… Böylece Türkiye’de, faşizmin iktidara tırmandığı 12 Eylül öncesi dönem, faşizmin iktidarda olduğu askeri cunta dönemini ve nihayet 1983’te cuntanın yönetimden çekilmesinden sonra işlemeye başlayan faşizmin tasfiye dönemini birbirinden ayırt etmiş oluruz.

Genel olarak milliyetçiliğin yükselişe geçtiği ve faşizmin tartışıldığı bir konjonktürde Elif Çağlı çalışmasıyla faşizm olgusuna nasıl yaklaşmak gerektiğini Marksist açıklıkla ortaya koyuyor. Akademisyenlerin ve liberal aydınların faşizmi kapitalizmden kopartarak ele almasına ve kimi sosyalistlerin “artık burjuvazi akıllandı, faşizme başvuramaz” kör yaklaşımlarına karşı Çağlı’nın eseri özellikle okunmalı. Genç işçi ve öğrenci devrimcilerin, faşizm konusunda yaratılmaya çalışılan bunca kafa karışıklığına karşı Marksist bir bilinçle donanmaları ve olayları tarihi bütünlük içinde, diyalektik-materyalist açıdan kavramaları mutlak bir zorunluluktur. Elif Çağlı çalışmasıyla bu olanağı bizlere sunmuş bulunuyor.

FAŞİZME KARŞI TEK YUMRUK OLALIM!Etiketler: güncel
Günümüzde faşizmin biri dar, öteki geniş olmak üzere iki anlamı vardır. geniş anlamda faşizm, kapitalizmin dönüştüğü bütün diktatörlükleri içermektedir. dar anlamda ise söz konusu olan italya'nın iki dünya savaşı arasında yaşadığı deneydir. Ingiliz yazarı Palme Dutt, faşistlerin kendi sistemlerini savunmak ve tanımlamak için başvurdukları "sınıf kavgaları üzerinde yükselmiş bir devlet", "başkalarına karşı ödevler", "yüksek bir yurttaşlık duygusu", "kişi yararından önce kamunun yararı" gibi sloganarın faşizmin gerçek yüzünü örtmek için ortaya atıldıklarını ileriye sürer. faşizm, ilk ortaya çıktığı sıralarda yığınların desteğini sağlamak için, karanlık bir biçimde anti kapitalist propaganda yapmışsa da, gerçekte büyük burjuvazi, büyük toprak sahipleri, sermayedarlar ve sanayicilerce desteklenmiş ve beslenmiş bir rejimdir. italyan ansiklopedisi'ne yazdığı maddede musollini faşizmi şöyle tanımlıyordu: "faşist anlayış bir devlet bireyciliğidir.faşist için herşey devlet içindir; devlet dışında insansal yada ruhsal hiçbirşey yoktur. devlet dışında ne bireyler, ne de siyasal partiler, sendikalar, dernekler gibi gruplar vardır. onun için faşizm, sınıfları tek bir ekonomik ve ahlaksal gerçekçilikte birleştiren, devlet bütünlüğünü tanımayan ve sınıf savaşıyla tarihsel akışı sertleştiren sosyalizmin karşısındadır. faşizm sınıf çıkarlarını devlet birliğinde birleştiren korporasyonlar sistemine değer verir" böylece faşizm, ekonomik düzenin temellerini korurken katı ve mutlak bir devlet aygıtı ile bu düzenin sürmesini ve güvenliğini sağlar. kısacası faşizm, siyasal demokrasinin kapitalizme karşı işlediği bir dönemde, kapitalizmi sürdürmek amacıyla siyasal demokrasiye son veren, katı bir diktatörlüktür. bu olgunun üzerine ise soyut bir devlet felsefesi kurulacak, yaşamın gerçeklikleri bu görkemli devlet sisiyle örtülecektir. kuram alanında faşizm, machievelli'yi benimseyecek, musollini machievelli'nin yönemlerinin doğruluğunu ve günceliğini savunacaktı. faşizmde herşey devletin içindedir. devletin dışında ve devletten kök almayan hiçbir değer yoktur. tüm değerlerin bileşimi olan faşist devlet , toplumun ve bireyin yaşantısını ayrıntılı olarak çözümler, geliştirir ve yönetir. gentile'nin de belirttiği gibi faşizmi tanımak için herşeyden önce, bu felsefenin "totaliter" yönünü anlamak gerekir. faşistlere göre, faşizm, sadece bir "devlet felsefesi" değildir. faşizm ulusun tüm iradesini ve düşüncesini biçimlendirmeyi kendisine amaç edinmiştir. faşizm için uluslararası hukukun herhangi bir üstünlüğü söz konusu olamaz. uluslararası sorunların çözüm yolu, savaştır. devlet nasıl bireylere karşı kuvvet kullanarak iradesini geçerli kılıyorsa, öteki devletlere karşı da aynı yöntemi, başka bir deyişle bu kez savaş yolunu kullanmalıdır. musollini bu görüşleri açıkça belirtmiştir: "sadece savaş, bütün insansal enerjiyi en yüksek gerilimine getirir ve onu göze almak cesaretine sahip olan toplumlara bir soyluluk damgası vurur." musollini'ye göre "antlaşmalar ebedi değildir; bunlar, önlerinde çaresiz kalınacak şeyler değildir. tarihin birer bölümüdürler, yoksa tarihin epilogları değildirler. faşizm için, ulusların imparatorluğa, yani topraklarını genişletmeğe yönelmeleri bir canlılık görüntüsüdür; bunun aksi, sınırlar içinde kalmak anlayışı, bir gerileme belirtisidir." ıtalya'da faşizmin başlıca dayanakları, bir sol devrim korkusu ve liberal demokrasinin dertlere çare olamayışıydı. faşizm'in yolunu bu iki ana fikir çizmiş, böylece faşizmin tutumu, düşmanlarına uyarlanmıştır. faşist eylem sürekli olarak anti-kapitalist olduğunuda iddia etmiş ancak bu iddia sözde kalmıştır. faşizm sınıflar arasındaki bütün gelişmeleri ortadan kaldırdığını savunur. faşizmin ekonomik ve sosyal görünüşüne göre, devlet otoritesi bütün ekonomik grupların çıkarlarını uzlaştıracaktır. toplumun bütün istekleri faşist partisinde yansıyacak, bu istekler devletçe gerçekleştirilecektir. ış gücü ile sermaye, endüstri ile tarım, ulusu daha güçlü yapacak bir "ulusal uyuşum" içinde gelişecektir. faşizm'de işçi-patron, kapitalist emekçi gibi ayrımların örtülmesi için, bunların hepsine birden "üreticiler" denilmiş ve bunlar "üreticiler birliği" içinde birleştirilmişlerdir.bu birleşmeyi gerçekleştirecek araç da, korporasyondur. Türkiyedeki biraz daha farklıdır. türkiye'de faşizm her on yılda bilemedin 20 yılda bir parlamentonun feshedilerek askeri cuntanın yönetime el koymasıyla hayat bulur. cuntanın bileşenlerine göre faşizmin karakteri belirlenir. mesela 26 mayıs darbesi için faşist denilemez, ama yöntem yanlıştır. 21 mart tam anlamıyla askeri bir cunta olmasa bile faşit bir darbenin ana nüvesidir; 12 eylülün hazırlayıcısı bir ön-darbedir. ister seçimle, ister savaşla isterse de darbe yoluyla olsun, faşizm bir kitle desteğine ihtiyaç duyar. faşizmin kitle tabanı her ülkenin özgül koşullarına göre değişmektedir. ama her ülkede aynı olan şudur ki; o da faşistlerin vatan, milliyetçilik ve devletçilik olgusuna sarılmasıdır. Türkiyede faşizmi temsil eden yegane parti MHP'dir ve gençlik örgütlenmesi olan Ülkü Ocaklarıdır. tabanının sınıfsal durumu şöyledir; 1- yoksul kesim ve çaresiz yığınlar 2- eğitimsiz kör cahil ve aynı zamanda kopleksli yığınlar 3- kafası çalışmayan aptal yığınlar 4- serseriler ve şiddete tapanlar v.b. örneğin son günlerde yaşanan bayrak sendromu... ülkedeki insanların ne kadar aptal ve cahil olduklarının kanıtı. ben şahsen, yurdum insanının ezici bir çoğunluğunun aptal oduğuna inanırdım. ama bu bayrak olayından sonra tamamının aptal olduğunu anladım. ayrıca benim ahkam ve bloglarıma düzeysiz yaklaşan şarlatanları dikkate almadığımı da belirteyim. sözlerimi şu sloganla bitirmek istiyorum; FAŞİSTLER AMERİKAYA! BEYAZ SARAYA!
12 EYLÜL DARBESİ; O ŞİMDİ RESSAM
0 yorum var - 05 Mart 2008 17:1412 Eylül Askeri cuntasının siyasal ve ekonomik köklerini yalnızca, 1970-1980 arasındaki dönemde aramak eksik ve yanlış olur. Yaşanan dönemin kökleri 1950’lere kadar dayanıyor. Daha da ötede, 1919-1923 burjuva “ulusal kurtuluş” hareketinin politik öncülerinin burjuva demokratik devrimin görevlerini yerine getirmeyerek toprak ağaları ile ittifakını güçlendirmesi, siyasal iktidarı ele geçiren burjuvazinin toprak devriminde çakılıp kalarak, burjuva devrime ihanet etmesi, dolayısıyla da siyasal demokrasinin cılız ve güçsüz yapılanması; diğer yandan burjuvazinin ekonomik güçsüzlüğü nedeniyle burjuva devlet aygıtının önemli bir güç olarak iktisadi rol yüklenmesi; ekonomik bağımsızlığın tam kazanılmamasının siyasal bağımsızlığı da zedelemesi; kapitalizmin cılız gelişmesine koşut olarak işçi sınıfının ve çalışan yığınların toplumsal gelişmede belirleyici ve aktif bir güç olarak yerini alamaması, varolan gücünün de burjuvazi tarafından dizginlenmesi ve dolayısıyla güçlü bir demokrasi geleneğinin oluşamaması; Türkiye’de askeri diktatörlüklerin kurulmasında rol oynayan faktörlerdir. Bütün bu olgular, 2. emperyalist paylaşım savaşı sonrası, emperyalist-kapitalist sistem içerisinde meydana gelen değişmeler, emperyalist ülkelerle, yarı sömürge ve sömürge ülkeler arasındaki yeni mali ve siyasi ilişkiler ile birlikte önemli birer faktör olarak, devleti biçimlendirdi. Kuşkusuz askeri diktatörlüklerin kurulmasında ve askeri diktatörlüklerin geri çekilmesinde rol oynayan ana unsur, sınıflararası çatışmanın vardığı boyut ve çatışan sınıflar arasında gerçekleşen güçler dengesidir. Toplum; yetkililerin isteğiyle (bir sınıfın ya da bir hükümetin isteğiyle) her türlü değişikliğe izin veren ve gelişigüzel doğan ve gelişen, mekanik, bireyler toplamı değildir. Bu nedenledir ki, bir toplumda meydana gelen siyasal değişimi ve gelişmeleri yalnızca bir sınıfın ya da bir grubun, ya da diğer ülkelerin istemine bağlı olarak ele almak; yanlış ve yanlış olduğu kadarda zararlı sonuçlara yol açan bir eğilimdir.

Türkiye’de askeri diktatörlükler; emperyalizmin genel bunalımlarına bağlı olarak, kapitalizmin dönemsel krizinin yol açtığı, sınıflararası siyasal çatışmanın vardığı aşamaya tekabül etti. Bu aynı zamanda, devletin parlamenter cumhuriyette pratik-idealist anlatımını bulamadığı durumdur. Askeri diktatörlükler, genellikle burjuva parti ve siyasi grupların program ve eylemlerinin, o günün toplumsal koşullarıyla uyum sağlamadığı, yaşanan sürecin sorunlarının politik halinin burjuva partilerinin boyunu aştığı, yönetilenlerin hoşnutsuzluğunun arttığı ve kapitalist yol dışında bir yol arayan eğilimlerin ortaya çıktığı dönemlerde başvurulan bir yönetim biçimi oldu. Bu durum, askeri diktatörlüklerin bir önceki hükümet ve burjuva partilere karşı da tavır almasını gerekli kıldı. Askeri diktatörlükler “meşrulaşmak” için bu karşı tavrı geliştirmek zorunda kaldılar.

Farklı dönemlerde ve farklı toplumsal koşullarda sahneye çıkan askeri diktatörlüklerin birbirlerinden biçimsel farklılıklar göstermesi doğaldır. Maddi koşulların üzerinde yükselen sınıfsal çatışmanın o andaki güçler dengesi bu farklılıkların oluşumunun temelini yaratırlar. Kapitalizmin gelişmesinin henüz ilk aşamasında, küçük burjuva muhalefetin hoşnutsuzluğunun tekelci iktisadi düzene karşı eylemlere yöneldiği, kapitalizmin o anki gelişme derecesine bağlı olarak, işçi sınıfı hareketinin henüz örgütlü olmadığı, güçsüz olduğu, siyasal kurumların yapısının, kapitalizmin –bağımlı da olsa- gelişmesinin önünde engel oluşturduğu 1960’larda kurulan askeri diktatörlüğün biçimi ile; tekelci burjuvazinin kesin egemenliğinin oluştuğu, kapitalizmin gelişmesine koşut olarak, başta işçi sınıfı olmak üzere, çalışan yığınlarla burjuvazinin açık çatışmaya yöneldiği, siyasal kurumların yapısının, o anki ekonomik gelişmenin derecesine denk düşmediği, deyim yerindeyse, siyasal yapının “bol geldiği” 1980’lerde kurulan askeri diktatörlüğün biçimi ve işleyişi arasında farklılıkların olması kaçınılmazdır. Genel olarak denilebilir ki, 1960 askeri diktası, burjuva siyasal sınırlarının genişletilmesini sağlarken, 1971-1980 askeri diktaları, tam tersine, genişletilen burjuva siyasal rejimin sınırlarını daralttı.

Biçimsel farklılıklarına rağmen, askeri diktatörlüklerin ortak özelliği, tümünün, siyasi rejimin yeniden organizasyonu için gereken müdahalenin devletin militarist gücü tarafından gerçekleştirilerek devletin yeniden biçimlendirilmiş olmasıdır. Sözde demokrasi ereğine(!) rağmen 1960 askeri diktası da, var olan parlamenter sistemin kurumlarına karşı duruşuyla –yığınların muhalefetine karşın- DP hükümetine ve partisine karşı giriştiği eylemiyle; devletin yeniden organizasyonunu sağlayan militarist yönetim özelliğini gösterir. 27 Mayıs diktasının ana hedefi, kapitalizmin gelişmesinin yolunu açmaktır. Askeri diktatörlüklerin açık baskıcı karakterinin ölçütü; onun yalnızca komünistlere, devrimcilere ve demokratlara saldıran bir güç olması değildir. Faşizmden burjuva demokrasisine kadar tüm kapitalist devlet biçimleri, örtülü ya da açık, işçiler ve çalışan yığınlar üzerinde baskı unsuru olma özelliğini gösterir. Ancak askeri diktaların ve faşizmin, genel anlamda açık baskıcı devlet biçimi olmasının ölçütü, bu devlet biçimlerinin, burjuva demokrasisinin ve burjuva yasallığının inkârına yönelmesidir. Amacı ve yönelimi, yeniden burjuva parlamenter sistemini inşa etmek olsa da bu kural değişmez. Askeri darbeler demokrasinin inkârı da olsa; gerekçesi, burjuva devletin tahkimi ve yeniden organizasyonudur. Darbeler devlete karşı bir eylem değil doğrudan demokrasi ve sosyalizm güçlerine karşı silahlı eylem hareketidir.

Askeri diktatörlüklerin biçimini, askeri dikta rejiminin denk düştüğü dönemin siyasi, entelektüel ve hatta bireysel ilişkileri etkiler. Ancak askeri diktaların biçimini ve diktaların arasında ki farklılıkları belirleyen son tahlilde o toplumda var olan maddi, ekonomik ilişkilerdir.

2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında, özellikle 1950’ler sonrasında başlayan yoğun sermaye ihracı, Türkiye’de bağımlı kapitalizmin gelişmesini hızlandırdı. Türkiye, askeri ve mali yardımlar ve bağlantılarla başlayan bu sürecin sonunda ABD emperyalizminin askeri ve mali sömürgesi durumuna geldi. Ekonomik yapıdaki bu gelişme, siyasal yapıda da yeni gelişim ve değişimlerin zeminini oluşturdu. Siyasal kurumlar değişme ya da yok olmanın eşiğine geldi. Kapitalizmin hızla gelişmesi, bu gelişme çizgisine özgü sınıfsal çatışmaları, siyasal sarsıntıları ve istemleri de beraberinde getirdi. 27 Mayıs 1960 askeri darbesi ile siyasi yapı, ekonomik gelişmeye uygun olarak yeniden düzenlendi. Kuşkusuz bu yeniden düzenleme kapitalizmin yolunu açtı. Siyasal yapıdaki bu düzenleme, aynı zamanda, işçilere ve çalışan yığınlara siyasi ve demokratik kazanımlar sağladı. İşçi sınıfının burjuvaziden bağlarını kopararak karşısına bir sınıf olarak geçmesinin yolu açıldı.

Türkiye 1960’lar sonrası hızla bir ekonomik büyüme sürecine girdi. DPT’ce yayınlanan... TİSSİ’nin (Türkiye İmalat Sanayiinde Sermaye ve İşgücü) verilerine göre Türkiye imalat sanayiinin sermaye verimliliği “net artık sabit sermaye stoku” oranı kamu kesimi için 1968 yılına kadar artış göstermiş, bu yıldan sonra ise düşüş göstermiştir. Bu oranın cari fiyatlarla 1965’de 52.8 olan değeri 1968’de 68.2’ye çıkmıştır.

Görülen o ki, 1950’lerde yoğun sermaye ihracıyla başlayan ekonomik gelişmenin önündeki siyasal tıkanıklık, 1960 askeri darbesi ile giderildi. Alınan ekonomik ve siyasi tedbirlerle sermayenin verimliliği oranı arttı; kapitalizmin gelişmesinin doğal ve kaçınılmaz sonucu olarak, ülke ekonomisi krize düştüğü zaman, 1960 askeri darbesi ile kurulan siyasi yapının reddine yönelen bir askeri diktanın kurulması yeniden gündeme geldi. 12 Mart darbesi sonucu yapılan düzenlemelerle geçici istikrarın sağlanmasına rağmen, kapitalizmin yeni bir krizin gündeme gelmesi engellenemedi. 1978 yılında derinleşen kriz son üç yılda had safhaya ulaşarak, 1980 askeri diktatörlüğüne yol açan toplumsal sarsıntıyı yarattı.

“Türkiye Odalar Birliği verilerine göre 1968-1978 yılları arasında sermaye tutarı 368 milyon lira olan 883 firma ve sadece 1978 yılında ise sermayesi 124 milyon olan 77 firma iflas etmiş, 1978’de iflasa uğrayan sermaye 1977’ye göre %3.36’lık bir artış göstermiştir. Henüz iflas etmemiş ama iflasın eşiğinde bulunan ve alacaklarının çoğunluğu ile yaptığı anlaşma sonucu ödeyeceği borcu belirleyen (konkordato talep eden) firma sayısı ise 1968-1978 yılları arasında 468 olarak saptanmıştır. Bu tür firmaların sermaye tutarı 257.5 milyon TL’dir. Bu konumdaki firmalar, 1978 de 1977’ye oranla 25’lik artış göstermiştir.”

Özellikle son üç yılda kriz, tüm yıkıcı etkisiyle kendisini göstermiştir, enerjide, döviz olanaklarının paylaşımında kıyasıya çekişmeler olmuş, bu olanaklardan nasiplenemeyen küçük ve orta firmaların çöküşü hızlanmış, düşük kapasiteler gerekçe gösterilerek işçi çıkarmalara (tensikatlara) sık sık başvurulmuştur. Elde edilen verilere göre 1978’de belirlenebilen 584 işyerinde 37.405 kişi işten çıkarılmış, 1979’da ise 111 işyerinde 32.326 işçinin işine son verildiği saptanmıştır. (DİSK Araştırma Enstitüsü, Ekonomik Rapor 78, Ank. 1979, S. 85)

Özellikle yarı sömürge ülkelerde kapitalizmin bunalımının ağırlaşması, krize düşmesi, parlamenter cumhuriyetlerin kesintiye uğramasının zeminini yaratmaktadır. Yarı sömürge ülkelerde kapitalizmin bağımlılığın ağırlaşması ne kadar kaçınılmazsa, bu ülkelerde, farklı şekillerde de olsa, parlamenter cumhuriyetlerin kesintiye uğramasının temelinin oluşması da o kadar kaçınılmazdır. Ancak bu toplumsal temelin var olması; mutlak olarak, askeri diktatörlüklerin kurulacağı anlamına gelmez. Askeri diktatörlüklerin kurulması kapitalizmin krizinin yanısıra, söz konusu ülkelerdeki sınıflar çatışmasının durumu ile de ilgilidir.

12 Mart askeri cuntasının siyasal düzenlemeleri sonunda yeniden kurulan “kısıtlı burjuva demokrasisinin” sınırlarının daha da daraltılması, kapitalizmin genel bunalımının sorunlarına çözüm getiremedi. İşçi sınıfının ve çalışan yığınların muhalefeti tekelci burjuvazinin nefesini daralttı. Grevler, işgaller, öğrenci eylemleri 1978 sonrasında gözle görülür bir artış gösterdi. Burjuva rejimin ilk tedbiri sıkıyönetim oldu. Politik gelişmelerin boyutları siyasi partilerin ve hükümetlerin boyunu aştı. Parlamenter çözümlerin hemen hemen tamamı denendi. 1979’un başlarında siyasal kriz had safhaya vardığından askerler arasında yeni alternatifler aranmaya başlanmıştı bile. 1980’in başlarında tekelci burjuvazi 24 Ocak kararlarının siyasal elbisesinin dikilmesini istediklerinde, generaller de hazırlıklarını tamamlamışlardı. İlk ikaz verildiğinde, siyasal kriz; burjuva partilerin bu ikaza kulak vermesini engelleyecek kadar sağır ediciydi. Sosyalist hareketlerin ve özellikle işçi sınıfının iktidara yürüyecek güçte olmaması ve siyasal iktidardaki duyulabilir boşluğun burjuva partiler ve hükümetçe doldurulamamasının yarattığı fırsatı kollayan generaller cuntası, 12 Eylül’de siyasi iktidara el koyduğu zaman iş işten geçmişti. Sosyalist hareketler ve burjuva partileri bu yazgı önünde boyun eğmek durumunda kaldılar.

12 Eylül darbesiyle generaller cuntası nöbeti tekelci burjuvazi adına devraldı; ipi büyük sermayenin elinde, burjuva demokratik kurumları lağvetti. Generaller cuntası, siyasal programını, silah zoruyla uygulamaya soktu. Yasal yollardan, parlamenter cumhuriyette uygulanamayan bu program, askeri diktatörlükçe uygulandı. Anayasa ve parlamento lağvedildi. Siyasi partiler kapatıldı. Muhalif işçi sendikaları, demokratik kitle örgütleri kapatılmakla kalmadı; yöneticileri ve üyeleri uydurma kanıtlarla hapsedildi. İşçi partileri ve sosyalist gruplar üzerine düzenli ve azgın saldırılar düzenlendi. Grevler ve toplantılar yasaklandı. Burjuvazinin azami kârını sağlayacak bütün siyasal ve hukuksal eylemler gerçekleştirildi. Tekelci burjuvazinin bu silahlı gücü, gene burjuvazi tarafından çizilmiş olan burjuva demokrasisinin sınırlarını çiğnedi.

Generaller cuntası, ABD emperyalizminin siyasi gericiliğinden ve uluslararası saldırı politikalarından güç aldı. ABD emperyalizmi, Ortadoğu’daki sömürge halklara, ulusal kurtuluş hareketlerine ve sosyalist ülkelere karşı jandarmalık görevini askeri cunta rejimine verdi. ABD emperyalizmine sırtını yaslayan tekelci burjuvazinin bu dizginsiz gücü görevini “layıkıyla” yerine getirdi. “Bölgeye ait hiçbir planın Türkiye’yi hesaba katmadan gerçekleştirilemeyeceğini” söyleyen orgeneral Güneralp “Türk silahlı kuvvetlerinin modern araç ve gerece ihtiyacı vardır, NATO bunları süratle karşılamalıdır” diyerek bu görev için silahlanmak gerektiğini vurguladı. Özellikle 1960’lar sonrası, yarı sömürge ülkeler için uygulanabilir bir devlet biçimi olarak düşünülen ve birçok ülkede kurulan askeri diktatörlük, Türkiye’de de kurulunca, ABD emperyalizminden gerekli desteği ve ilgiyi gördü.

Generaller cuntası, bir yandan diğer uluslara karşı ulusal düşmanlığı körüklerken, diğer yandan parlamenter cumhuriyeti, işçi sınıfı hareketini ve bireysel terörizmi, ekonomik ve siyasi krizin nedeni olarak gösterdi. 12 Eylül öncesi bütün eylemleri ve kurumları “kötülemek” adeta alışkanlık haline geldi. İşçilerin ve çalışan yığınların gözlerini, kapitalizmin ekonomik ve siyasi iflasından uzak tutmak için ve diktatörlüğün burjuva özünü çalışan yığınlardan gizlemek için ilgiyi teröre çekti. Generaller cuntası 12 Eylüle kadar sivil faşist çetelerle devrimciler arasındaki çatışmaları terör sayarken; 12 Eylül sonrası, yüzlerce devrimcinin, demokratın, devletin terör örgütlerince kurşuna dizilmesini, kaybolan insanları, insanlık dışı işkenceleri terör saymama ikiyüzlülüğünü gösterdi. Sivil faşist çetelerin o güne kadar düzenlediği katliamların üzerine sünger çekilerek birkaç göstermelik cezayla, kapitalizmin bu haşarı çocuklarının kulakları çekildi. Bütün eylem ve program “Atatürkçülük” ile yaldızlandı. Generaller burjuva sistemin tüm ideolojik argümanlarını kullandı. Milliyetçilik yanında dincilikte önemli bir unsur olarak siyasi iktidarın cilalanması ve kitlelerin askeri rejim politikalarını benimsenmesi için kullanıldı. Tüm dini ritüeller devletin emrine sokuldu. Siyasi gereksinimle önü açılan dinin halk üzerindeki “avutucu” etkisi daha da arttı. Din ve Atatürkçülük, aynı anda Askeri diktatörlüğün ideolojik çimentosu oldu. Toplumsal sorunların pratik çözümü zamanı gelince, cuntanın bu arabesk söylemi çıkmaza girdi. Siyasal ve ekonomik değişimlerin yarattığı olgular ordu içinde çeşitli eğilimlerin uç vermesine zemin hazırladı. Açık olarak görülen askeri diktatörlüklerin bütünleşmiş bir siyasi, ideolojik blok oluşturamadığıdır. Bu, askeri diktatörlükleri faşist diktatörlüklerden ayıran önemli bir farktır.

Askeri diktatörlük, 12 Eylül öncesi var olan siyasi partileri ekarte ederek –siyasi partilerin zedelenmiş itibarlarını göz önünde bulundurarak- burjuva grup ve partilerle işbirliğine gitmeden kuruldu. Bu “tarafsız”(!) görünümüyle generaller cuntası çalışan sınıfların hayırhah desteğini yanına aldı. Sosyalistler işçi sınıfına önderlik etme gücünü ve yeteneğini gösteremeyince, halk yığınları sosyal demokrat önderlere sadık kalarak, onların peşinden sürüklendi ve teslim oldu. Düzen içi siyasi parti ve örgütlerle organik-pratik ilişkisinin olmaması, askeri diktatörlüğün örgütlü bir kitle desteğinden yoksun kalmasını da beraberinde getirdi. Sokağı denetim altına alacak sivil çetelere sahip olmayan askeri cunta, bütün saldırılarını devletin resmi silahlı güçlerine dayanarak düzenledi. Ordunun bu saldırılarla “prestijinin” sarsılmasından yana olmayan cunta şefleri, kitlelerin örgütlü desteğini kazanmak için gerekli çalışmaları kısa süre içerisinde başlattı. Bu doğrultuda siyasi parti ve sivil örgütler kurma hazırlıklarına girişti. Ancak bütün girişimler başarısızlıkla sonuçlandı. Faşist diktatörlüklerden farklı olarak, askeri diktatörlüklerin, kurulmadan önce örgütlü kitle desteğini oluşturamadıkları ve kurulduktan sonra da, kısa süre içinde bu desteği sağlamayı başaramadıkları gerçeği görüldü.

Yaşanan ekonomik ve siyasi krizin maddi ve manevi yükünü büyük oranda işçi sınıfı omuzladı. Ekonomik-demokratik ve siyasi hakları gaspedilen işçiler, burjuvazinin kendilerine diktiği elbiseyi silahların gölgesi altında giydiler. 1980 sonrası reel ücretlerdeki düşüş, 1973-1980 yılları arasındaki reel ücretlerdeki düşüşe oranla daha fazla oldu. Enflasyon oranı hızla arttı. Buna karşılık tekel kârlarını artışı azami hızına ulaştı. Gelir dağılımındaki uçurum büyüdü. Çalışan yığınların cebinden çalınan paralar büyük şirketlerin iflastan kurtarılmasında harcandı. Generaller siyasi iktidarın olanaklarını kullanarak iktisadi alanda büyük çıkarlar elde ettiler. Bu dönemde OYAK iktisadi bir güç olarak tekeller sofrasına oturdu.

Askeri diktatörlüğün, tek yanlı saldırıyla demokrasi güçlerini bertaraf etmesi, olabilecek açık çatışmayı –iç savaşı- geçici olarak ertelemesi ve diğer yandan kurumsal sürekliliğini sağlayacak örgütlü kitle desteğini oluşturamaması ordu içerisindeki siyasi çelişkilerin günyüzüne çıkması, uluslararası demokratik güçlerin demokratik zorlaması, yarı sömürge ülkelerdeki askeri diktatörlüklerin yıkılmasının yarattığı korku ve moral bozukluğu, burjuva parti ve grupların yeni alternatiflerle ortaya çıkması, bütün bu öznel koşullar, nesnel koşulların yanı sıra parlamenter cumhuriyete geçişin zeminini oluşturdu. 1982 yılının başlarında, büyük burjuvazinin, alınan ekonomik ve siyasi tedbirlere bağlı olarak, dönemsel krizini atlatması ve bu krizin içinden daha da güçlenerek çıkması ve en önemlisi, askeri diktatörlüğün üzerine oturduğu meşru toplumsal zeminin kayması, büyük burjuvazinin parlamenter cumhuriyete yönelmesine neden oldu. Ancak geçiş hiçte kolay değildi. Generaller cuntası istemeyerek ilk adımı attı. Sınırlı izinle seçilen danışma meclisi çalışmaya başladı. Bu kurum, askeri diktatörlüğün bir unsuru olarak görev yaptı. Hazırlanan anayasa buram buram militarizm kokuyordu. Anayasanın onaylanması sonucunda cuntanın başı, kendisini seçimle işbaşına gelmiş meşru devlet başkanı ilan etti.
Burjuva partilerin kurulmasına karar verildiği zaman, generaller hâlâ uzun süreli askeri diktatörlükten yanaydılar ve bütün hazırlıklar bu yönde yürütülüyordu. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Seçimler sonucunda Generaller yutkunarak bu eğilimlerini rafa kaldırdı. Hükümet ANAP’a devredildi. Generaller, bir süre sonra, görev koşulları ortadan kalkınca, siyasi iktidardan uzaklaşarak kendi köşelerine çekildiler. Cuntanın başı olan general, cumhurbaşkanlığı süresi sonunda görevini devretti ve siyasi iktidarda konumlanışı sona erdi. O şimdi ressam.

Generaller cuntasının, MDP programlı ve uzun süreli bir açık baskı diktatörlüğünü sürdürme eğilimlerinin olduğu bilen ve bunun için de, generallerin maddi koşulların zorunlu sonucunda hükümeti ANAP’a teslim etmesine bir anlam veremeyen küçük burjuva sosyalistleri, burjuva parti, kurum ve grupları arasındaki dalaşmaya farklı anlamlar yüklediler. Kimileri, ANAP Hükümetinin siyasal ve ekonomik programını, generaller cuntasının siyasal ve ekonomik programlarından ayırt edemezken; kimileri ise ANAP Hükümetini, askeri diktatörlüğe karşı bir “burjuva muhalefet” olarak karakterize etmek saflığına düştüler. Oysa, Askeri diktatörlükten burjuva parlamenter rejime geçiş iki burjuva kurumun birbirine nöbet devridir. İki farklı devlet biçiminin (burjuva) sınıfsal özünü kavramayarak, bu iki devlet biçimini birbirine karşıt görenler için bu devir teslim sürecini anlamak bir hayli zordur.

Bütün burjuva partilerinin, kurumlarının ve gruplarının program ve eylem planlarının büyük burjuvazi tarafından çizilmesi ve denetlenmesi mümkün değildir. Ancak unutulmaması gereken hangi burjuva grubu (küçük burjuva gruplarda dahil), ya da hangi burjuva kurumu siyasi iktidarı elinde tutarsa tutsun, ekonomik erki elinde bulunduran egemen kesimin, yani tekelci burjuvazinin, önünde sonunda siyasi iktidarı elinde tutan gruba, anında veya belli bir sürecin sonunda gem vurmasının kaçınılmaz olduğudur. Yeter ki, o kurum ya da grubun programı kapitalizmin sınırlarını aşmasın; her şart altında, büyük sermaye siyasi erki elinde tutacak araçlara ve maddi güce sahiptir. Tüm burjuva devletlerin olduğu gibi askeri cuntaların gerçekliği de budur.

Toplumsal gelişmenin yasaları; burjuva siyasi parti ve kurumları arasındaki ilişkilerin ve devletin biçiminin, yalnızca burjuvazi tarafından tayin edilmediğini, aksine, sınıflar arasındaki savaşımın o andaki güçler dengesinin o ülkede, o döneme denk düşen devletin biçimini belirleyen ana unsur olduğunu gösteriyor. 12 Eylül öncesinde, büyük burjuvazinin 1977’lerden başlayarak askeri diktatörlüğü “tezgâhladığını” söyleyen siyasi dar görüşlüler hâlâ var. Hâlâ toplumsal gelişmeleri bir film senaryosu ile karıştıranlar bulunuyor. Kuşkusuz; emekçi yığınların görevinin, yazılmış senaryoda belirlenen rolü oynamak olduğunu savunan bu bayların; oyunun bozulması anlamına gelecek bir devrimci harekete inançlarını yitirmeleri ve yazgıya boyun eğmeleri kaçınılmazdır.

  
  fear_of_dark & umutulaş

 
  06 NİSAN 2008 DEN BUGÜNE 24350 ziyaretçi (50617 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol