SOSYALİZMKAZANACAK MY RC WORLD ip-numaram.com IP adresi

https://img.webme.com/pic/n/naazimca/yesil.jpg
   
  CAMFROG SOSYALİZMKAZANACAK KANALI
  KONTRA GERİLLA NEDİR
 
 KONTRGERİLLA...Nedir..

--------------------------------------------------------------------------------


                                                               



KONTRGERİLLA NEDİR!
KONTRGERİLLA'NIN TARİHÇESİ Hitler'i tasfiye edince rahat bir nefes alabileceğini sanan ABD ve Batı, faşistlerden sonra komünist tehditle karşı karşıya kaldığını gördü. Bir taraftan Rusya'nın yayılmacı eğilimi, diğer taraftan ABD ve Batı ülke halkları arasında 1917 devriminden beri sürekli yayılan komünist ideoloji, kapitalist dünyada yaygın bir korku oldu. . Örneğin, İtalya'da komünistlerden duyulan korku sebebiyle Rusların geleceği beklentisi içindeydi herkes. Bir Rus işgalinde komünist sempatizanların Rus ordularına yardım edeceğine inanılıyordu. Sınırlı Savaş ve Kontrgerilla'nın Doğuşu Soğuk savaşın ilk yıllarında ABD'nin savaş stratejisi, nükleer silahların da kullanıldığı topyekün bir savaş esasına göre oluşturulmuştu. Fakat Kore, Vietnam, Kamboçya yenilgileri ile Küba'daki sosyalist devrim bu stratejinin bir işe yaramadığını gösterdi. Bu durum Amerika'yı yeni stratejiler arayışına itti. "Sınırlı Savaş" teorisi ve "Dolaylı Saldırı" kavramı gündeme geldi. Bu sıralarda hazırlanan Rockefeller Raporu'nda şöyle denilmektedir: "Bizim güvenliğimizi sadece açık saldırılar tehdit etmiyor. Bu açık saldırılar yanında ondan daha tehlikeli, fakat saldırı görünüşünde olmayan başka cins tehditler de vardır. Bu tehditler; içerden yapılmak istenen değişme ve dönüşümlerdir. Bu maskeli saldırılar bazen iç savaş şeklinde, bazen demokratik akımlar ve reformlar biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Bu anlamda Yunanistan bize birinci örneği, Vietnam ikinci ve Ortadoğu olayları da üçüncü örneği verdi. Bizim amacımız bu ve buna benzer akımları önlemek olmalıdır. Bu akımlar, dikkatleri üzerlerine çekecek noktaya geldiklerinde, izlememiz gereken iki yol vardır. Gerek bizim, gerekse komünist olmayan diğer dünya devletlerinin güvenliğini sağlamak için(!)
Mahalli kuvvetler ve akımlar tarafından sıkışık durumda bırakılmış olan dost hükümet ve rejimlere silahlı yardımlar yapmak zorunluluğunu duymalıyız. Bu zorunlulukla yapılacak askeri müdahale, ne klasik askeri stratejiye uymakta, ne de geleneksel diplomatik müdahaleye benzemektedir. Bu askeri müdahalenin kendine özgü bir biçimi ve niteliği vardır. Finletter ise Sınırlı Savaş'ın gerekliliğini şöyle savunmaktadır: "Amerika'yı hem intihar harbinden hem de içine düştüğü çıkmazdan ancak ve ancak sınırlı savaşlar kurtarabilir. Amerika'nın hür dünya liderliği ancak bu yolla devam ettirilebilir ve nihayet mevcut milletlerarası düzen ve ilişkiler gene bu cins savaşlar yardımıyla devam ettirilebilir. Asya, Afrika ve Latin Amerika'daki, komünistlerin kışkırttığı ayaklanma ve statükoyu bozma hareketleri ancak sınırlı savaşlar yoluyla bastırılabilir.
Kennedy'nin politik danışmanı Samuel P. Huntington'un sözleri de şöyledir: "Önümüzdeki on yıl içinde doğrudan doğruya saldırılarla devletlerin sınırlarına tecavüz etmenin imkanları gittikçe azalmaktadır. Bu cinsten saldırıların yerini, devletlerin kendi sınırları içindeki hükümet darbeleri, gerilla hareketleri ve iç savaşların alması imkanları ise artmaktadır. Böyle bir durumda Amerikan dostu hükümetler için ABD silahlı kuvvetlerinin, hükümetlere veya hareketlere yardım maksadıyla kullanılmasıyla; ister istemez bu devletlerin içişlerine karışma ve müdahale etme sonucunu verecektir. Bu kaçınılmaz zorunlu müdahaleler; kullanılacak silahlı kuvvetlerle diplomatik amaçların iyice incelenmesini, değerlendirilmesini ve bunlar arasındaki sıkı ilişkilerin daima göz önünde bulundurulmasını gerektirmektedir. Bu bakımdan yeni bir stratejik kavrama ihtiyaç vardır. Kullanılacak silah ve taktiklerden, yapılacak siyasi ve askeri işbirliği için gerekli araçlara kadar, herşeyi hesaplayan bir strateji tespiti zorunlu olmuştur.
Sınırlı savaş teorisyenlerinden Reterparet ve Sohnwshy'nin sözleri ise daha açık: "Birleşik Amerika, hoşuna gitmeyen solcu veya solcu olmayan hükümetleri devirmek için gerilla taktiğini kullanabilir ve kullanmalıdır. Bu tip hükümetlerin en belirgin örnekleri, özellikle sosyalist ülkelere komşu veya yakın olan bölgelerde bulunmaktadır.
Kissinger'in Türkiye'den bahseden sözleri Kissinger şöyle diyordu: "Sınırlı savaş stratejisinin başlıca amaçları arasında en önemli bir yer işgal eden nokta, komünist ülkelere komşu olan ülkelerden başlayarak Latin Amerika ülkelerine kadar yayılmakta olduğunu gördüğümüz komünist kışkırtmalarını bastırmaktır. Komünist ülkelere komşu olan bölge Türkiye'den başlamakta ve Uzak Doğu Asya'ya kadar uzanmaktadır. Sınırlı savaşların yürütülmesi ihtimalinin en fazla olduğu yerler bu bölgedeki ülkelerdir. Dolaylı Saldırı Anlaşmalarının imzalanması İkna faaliyetlerine girişilerek ABD'nin etki alanındaki ülkelerin yöneticileriyle ve tabi Türkiye ile de "Dolaylı Saldırı" anlaşmaları imzalanır. ABD, ülkelerin sivil yöneticileri ile de anlaşma yapmayı denemiş, asıl anlaşmaları ise o ülkelerin askeri ya da istihbarat servisi yöneticileriyle yapmıştır. Bu anlaşmalar gizliydi, o kadar ki, en üst düzeydeki çoğu yöneticiler ve parlamentolar bile haberdar olmamışlardır. İtalya'daki Gladio skandalında ortaya çıkan bilgilere göre, Gladio örgütü, ABD ve İtalya istihbaratları arasındaki anlaşmayla kurulmuş olup kamuoyu ve parlamentonun haberi olmamıştır.
NATO'nun kanatları altına gizlenen Kontrgerilla Sınırlı savaş teorisyenlerinin önem verdikleri bir konu, NATO stratejisinin yeniden ele alınıp iyice gözden geçirilmesi ve Sınırlı Savaş stratejisine uygun düşen bir savaş hazırlığına NATO ortaklarının ikna edilmesiydi. Bunun başarıldığı Gladio skandalı ile açığa çıkmıştır.
NATO bünyesinde kurulan ACC (Allied Coordination Committee - Müttefik Koordinasyon Komitesi)'nin aralarındaki koordinasyonu sağladığı, yani komuta ettiği, NATO ülkelerinde kurulan antikomünist karakterli gizli yeraltı teşkilatlarının varlığı birçok NATO ülkesinin yetkilileri tarafından itiraf edildi.

Bu arada Türkiye'deki durum 50'li yılların sonunda Türkiye'de sol akımlar gittikçe gelişmekte diğer taraftan da ABD ile peşpeşe ikili anlaşmalar imzalanmaktadır. Bu dönemde Türkiye, Amerika'nın en sadık müttefikidir. Bu durum 1964 yılı sonlarına kadar devam eder. Türkiye'de tıpkı Batı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi geniş bir anti-Amerikancılık akımı oluşmuş, Amerikan üslerinin, ikili anlaşmaların ve NATO'nun Türkiye'nin çıkarlarına aykırı olduğu söylenmeye, yazılmaya ve kamuoyu uyarılmaya başlanmıştır. Bu durum ABD'yi açık bir soğukluğa götürür ve ardından da sosyal uyanışı körletmek, boğmak için CIA'nın da yardım ve tertipleriyle örtülü faaliyetlere girişir. Sınırlı Savaş taktiklerine ne zaman başvurulacaktı?

Amerikalı teorisyenlere göre Sınırlı Savaş taktiklerine başvurulacak iki durum söz konusudur:

1. Hükümet ABD taraftarıdır, ayaklanma sözkonusudur. Ayaklanma bastırılmaya, pasifize edilmeye çalışılacaktır.
2. Ayaklanma ile ya da başka bir şekilde hükümet, ABD aleyhtarı bir değişime uğramıştır. Bu durumda askeri darbe ile ya da suikastlerle aleyhteki yönetici unsurlar bertaraf edilecek ve yerlerine dost unsurlar getirileceklerdir.
Yani iki durumda da Sınırlı Savaş'a başvurularak ABD aleyhtarı akım ya da hükümetler safdışı edileceklerdir. Washington, bu politikanın gerçekleştirilmesini özellikle CIA eliyle yürütmektedir. Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde milli nitelik taşıyan, Amerikan çıkarlarına hizmet etmeyen hükümetlerin CIA tertipleriyle düşürüldükleri, örneğin, Musaddık, Peron, Betancourt, Goulart, Nukrumah, Lumumba ve benzerleri hatırlanırsa, Amerikan çevrelerinin bu ikinci meseleye ne kadar önem verdikleri kendiliğinden anlaşılır.
Pentagon'un gerilla savaşı uzmanları bu tip savaşları üçe ayırmaktaydılar: Birincisi, sıcak savaşta orduya yardımcı olarak düşman işgali altındaki bölgede yürütülen gerilla savaşı, ikincisi, sömürgeci rejimlere karşı silahla ayaklanan gerillaların yürüttüğü gerilla savaşı, üçüncüsü ise, ABD aleyhtarı yönetimleri devirmek için Amerika'nın finanse ve teçhiz ettiği bazı sivillerce yürütülen gerilla savaşıdır. "Ayaklanmaya Karşı Koyma" ya da Kontrgerilla taktikleri "Dolaylı Saldırı" anlaşmaları çerçevesinde, Vietnam, Kamboçya ve benzerlerine yapılan Amerikan müdahalelerinin başarısızlığa uğraması ile yukarıda anlatılan taktikleri geliştiren ABD, bunlara
"Ayaklanmaya Karşı Koyma" ya da kontrgerilla adını vermiştir.
Operasyonlarda yerel kuvvet kullanımına ağırlık verilecek, bu kuvvetlere ABD lojistik desteği ve genel talimatları verilecektir. "Ayaklanmaya Karşı Koyma" ile amaçlanan hedeflerden biri de, ABD ve Batı aleyhtarı akımların mümkün olduğunca, gerilla savaşına girişebilecek güce ulaşamadan raydan çıkarılması, pasifize edilmesiydi. Sonuç: Kontrgerilla ağları tüm Batı Avrupa'da örüldü NATO kullanılarak uygulamaya geçildi. Üye olan her ülkede, az sayıda ve çok seçkin subaylardan oluşan anti-komünist direniş grupları kuruldu. Yunanistan eski Başbakanı Andreas Papendreu'nun açıklamasına göre, bu direniş grupları her yeni katılan NATO üyesine imzalatılan anlaşmalar çerçevesinde kurulmuş, böylece bu karanlık şebekeye her türlü eylem için açık çek verilmiştir. Bu seçkin gruplara mensup subaylar, halkın anti-komünist kısmını örgütleyecek ve direniş ağı o ülkenin tümüne yayılacaktı. Amaç bir Rus işgali durumunda cephe gerisinde aktif hale gelerek halkı direnişçilere karşı ayaklandırmak, Rus ordularına karşı sabotaj, suikast ve benzeri yıpratma eylemleri ile direnişe geçmektir. Bu durumda gereksinim duyacakları silahlar da o ülkenin belirli yerlerine gömüldü. Genel bir askeri strateji çerçevesinde ağlar, bağlantılar, depolar ve gereçler hazırlanmış, ilgili ülkelerin savunma anlaşmalarıyla silahlı kuvvetlerinin devreye girmesi de kayıt altına alınmıştır. Sınırların ötesinde işbirliği yapacak ve ortak savunmaya gireceklerdir.

Ve artık kontrgerillalar hizmete hazırdırlar...

Türkiye’de çeişitli örgütlenmeler Olmuştur.Bunlar sözde devlet ve millet adına kendilerini fedai olarak göstermişlerdir anayasal olarak hiç bir dayanağı olmıyan Bu gibi teşkilatlanmaların aslında ülkemizin çıkarlarına çalışmadıkları belgelerlen Ortaya Çıkmıştır. Bunların içinde KONTRGERLLA gibi Örgütlenemelerde mevcuttur. 
  kontrgerillaya ikinci dünya savaşı sonrası oluşturulan Kuzey Atlantik Paktı'nın yani NATO'NUN DA sovyetleri ve dünya sosyalizmini çevrelemek(containment) politikası ile gerçekleştirdiği birtakım faaliyetleride eklemeliyiz sanırım..hazır yeri gelmişken; kontrgerilla yani karşı-devrim sürecinde emperyalistlerin ve kompradorlarının yaptığı en büyük karşı-devrim işi şüphesiz islam ve ortadoğu dünyasında kök salacak olan sosyalist devrimin engellenerek "yeşil kuşak" hareketinin yani köktendinciliğin bölgeye zehir gibi bırakılmasıdır.bu hareketten türkiye de etkilenmiş ve 80 sonrası özal ile başlayan dönemde "neoliberal" politikaların onaylanması ve "çeşitli tarikatların" peyda olması birbirine koşut yani paralel olarak gerçekleşmiştir.. bugün türkiye hala -burjuva gazetelerin de seçim öncesi haftalarca yaptığı gibi- tarikatların siyasi eğilimlerine büyük ehemmiyet vermektedirler..bu bir oyundur ve sovyetlerle birlikte tüm dünyada sosyalizmin de yayılması ile endişeye düşen çıkar grupları "siyasal islam" ı kendilerine kundak yapmaktadırlar..neyse konuyu aştım biraz ama bence en büyük karşı devrim hareketi "sınıf bilincine "eriştirilememiş halklara zehir gibi musallat ettirilen "islamcılık(fundamentalizm" ve aşırı milliyetçilik ile onun sonucu ülkede çeşitli aydınların ve devrimci kuşağın katledilmesine vardırılan faaliyetlerdir..kontrgerilla devletin derinidir ve düzenin şaşmaz bekçilerindendir.
 
Kontr-gerilla, Natonun üyesi olan ülkelerde resmi ama illegal bir yapılanmadır.Bir suikastı bir örgütün yapması, kontrgerillanın yapmamış olduğunu kanıtlamaz.Kontrgerilla farklı isimlerle de bilinir.Almanlar kontrgerillayı farkettiklerinde, daha önceden ismini gördüklerini ancak ciddiye almadıklarını anlamışlardır.Türkiye'de açığa vurulmadığı için(yani türkiye kolu) biz adını bilmiyoruz.Ancak alpaslan arslanın silahıyla aynı marka silahların kuvayi milliye derneğinden çıkması ve orada bulunan bombaların cumhuriyet gazetesine atılanların aynıları olduklarının görülmesi kontrgerilla hücre sistemiyle nerelere kadar yayıldığını gösterir.Kullanıcıları tarafından hangi amaç için karşılarına kim çıkarsa o onların düşmanı olur.Dün komünistler, bugün islami militanlar, yarın gerekirse(ki olmadığını söylemiyorum) zaten varolduğu iş dünyasında bile rakiplerini yokederler.Ancak Ukrayna'daki turuncu devrimin para kaynağının dünyanın en ünlü işadamlarından biri tarafından sağlandığını görmek zaten en güçlü halinin en tepelerde olduğunu göstermektedir.En tabandaki halini de, sokaklarda 80 öncesi duvara yazı yazan solcuların üstüne ateş açanlar olarak görürsek, gerekirse emperyalizm ilüzyonistinin her kılığa girebileceğini anlamış oluruz.


 KONTRGERİLLA..Yanıbaşımızda..

--------------------------------------------------------------------------------



Ağcalar emperyalizmin
ve oligarşinin hizmetindedir

Susurluk Devleti yıkılmadan,
ülkemiz bağımsız olmadan Ağcalar tükenmez

Şemdinli, Kemal Yamak'ın Özel Harp Dairesi'ni anlattığı kitabı, Ağca'nın tahliyesi... Tüm bunlar kaçınılmaz olarak kontrgerillayı tartıştırdı. Yine kaçınılmaz olarak kontrgerilla denildiğinde, akla Genelkurmay geldi.

Bu durum, Genelkurmay Başkanlığı'nı rahatsız etmiş, ortaya çıkan gerçekleri açıklamak yerine, 16 Ocak tarihli açıklaması ile "susun" talimatı verdi. "Kontrgerilla tartışmasının zarar verdiği" söylenen açıklamada; "bilgi eksikliğinden kaynaklandığı değerlendirilen bu gibi suçlayıcı ve amacını aşmış yazı ve yorumların, Türkiye'nin maruz kalabileceği bir saldırıda mütecavize karşı çok hassas görevler icra etmek üzere soğuk harp döneminde teşkil edilmiş ve diğer birçok ülkede benzeri bulunan bu birime zarar verdiği ve vatan savunması hazırlıklarında zafiyete sebep olduğu" ifade edildi. (17 Ocak Milliyet)
Tartışmalardan üzüntü duyduğunu söyleyen Genelkurmay, birimin dönemin Başbakan ve bakanların imzalarıyla kurulduğunu belirterek, Özel Kuvvetler Komutanlığı'nın (Özel Harp Dairesi'nin bugünkü adı) adının bu tartışmalara karıştırılmasının "resmi, yasal ve ülke güvenliği için çok gerekli olan birimimizi haksız ithamlarla yıpratacak seviyeye tırmandırılmamasının gereğine inanılmaktadır" denildi.

Kısaca, SUSUN! Kaldı ki, burjuva basının meselenin tüm boyutlarını tartıştığı yoktur. Kemal Yamak'ın kitabında ise, Özel Harp Dairesi'nin asıl suçlarına ilişkin hiçbir şey yoktur. Ama Genelkurmay bundan dahi rahatsız olmaktadır. O, "milli ordu" halesini korumak, "vatanı koruyan" maskesinin düşmesine engel olmak istemektedir.

Bilgi eksikliğinden sözediyor Genelkurmay. Peki siz tamamlayın bu eksikliği? Elbette başbakanların imzalarıyla kurulmuş olması bir bilgi değildir. Asıl olarak ne yaptı bu birim 50 yıldır; onu anlatın!

"Bilgisizlik" diyorsanız; 6-7 Eylül Olayları'ndan Marmara Vapuru'nun batırılmasına; Atatürk Kültür Merkezi'nin yakılmasından Maraş katliamına; Çorum'dan Gazi'ye; Susurluk'tan Şemdinli'ye; kontrgerillanın halka karşı savaşının ayrıntılarını anlatın!
Amerika'dan her yıl bir milyon doların neden alındığına, bunun nasıl bir "millilik" olduğuna dair bilgi versenize!
İşbirlikçilik öylesine ruhlarına işlemiş ki, 'milli bir ordu'nun ilk tepki göstermesi gereken bu nokta olması gerekirken, Genelkurmay bunu es geçip, suçlarının her tartışıldığında yaptığı gibi, "vay orduyu yıpratıyorsunuz" demagojisine sarılıyor. Çünkü bu ordu "milli" değil; ABD'den her yıl alınan paralar da ona göre doğal, tepki gösterilecek bir şey yok!

O 50 yıldır olduğu gibi, bu birimin neler yaptığını gizleme telaşı içinde, sadece susun diyor. Elbette susulsun ki, birim zarar görmesin! Zarar görmesin ki, halkı katletmeye, provokasyonlar örgütlemeye devam etsin! Devam etsin ki, Şemdinliler'in ardı arkası kesilmesin; halk askeri, psikolojik savaş taktikleriyle yıldırılsın, sindirilsin, zulüm düzeninize, OYAK'ların, işbirlikçi tekellerin sömürüsüne ses çıkaramaz hale gelsin! Kimse gerçekleri göstermesin ki, siz millilik maskesiyle Amerikan emperyalizmine onyıllardır verdiğiniz hizmeti devam ettirin!


Tehdidi bırakın; ABD'den aldığınız dolarları açıklayın!

Açıklamanın bir boyutu "susun" talimatı içerirken, öteki boyutunda da üstlenme vardır. "Çok hassas görevler icra etmek üzere soğuk harp döneminde teşkil edilmiş ve diğer birçok ülkede benzeri bulunan bu birim..." ifadeleri, NATO talimatıyla kurduk demektir. Halen "vatan savunması hazırlıkları"ndan sözedilmesi de, faaliyetlerini sürdürdüğünün ilanıdır. Ki, "vatan savunması" tüm kontrgerilla birimlerinin klasik meşrulaştırılma argümanıdır.

Bu süreçte vatan hiçbir işgale uğramamışken, nasıl oluyor da, kurulduğundan bu yana ordunun en faal birimi oluyor Özel Harp, bunun açıklaması yoktur. Çünkü, onyıllarca "vatan savunması" diye diye, kendi halkına karşı savaşmışlardır. Provokasyonlar, katliamlar, kayıplar, cinayetler, psikolojik savaş operasyonları hep bu kılıf altında sürdürülmüştür.

Genelkurmay "susun" tehditlerine son verip; "çok hassas" işlerin ne olduğunu, bu kapsamda hangi eylemlerin yapıldığını açıklamalı!

Mesela, bu birimi yıllarca yöneten Kemal Yamak'ın "ABD'den bir milyon dolar alıyorduk" sözlerine ne diyor Genelkurmay? Bu paralar nerede nasıl kullanıldı? Bugün ne kadar alıyorsunuz? ABD'nin bu paraları "iyilik" olsun diye verdiğine çocuklar bile inanmayacağına göre; karşılığında hangi hizmetleri verdiniz, şimdi nasıl hizmet ediyorsunuz? ABD adına "liderlik rolü oynamak" bu hizmete dahil mi? Bağımsızlık için savaşanların katledilmesi dışında, ABD'nin çıkarlarını korumak için başka neler yapıldı?

Mesela, Özel Harp'i Yamak'tan sonra yöneten Org. Sabri Yirmibeşoğlu'nun "6-7 Eylül Özel Harbin muhteşem bir organizasyonuydu" sözlerine ne diyor Genelkurmay? Yoksa bize, bir gazetenin "Ata'nın evi bombalandı" manşetiyle gerici güruhun aniden ayaklandığını mı anlatacak? Yağmanın, azınlık mallarına el konulmasının, bu topraklardan sürülmelerindeki son hamlenin zinhar kendileriyle hiçbir ilişkisinin bulunmadığını mı söyleyecek?

Mesela; Ağcalar, Çatlılar, Kırcılar, mafyacılar; "vatanseverler" denilerek bu değerli biriminizin 'sivil uzantısı' olarak hangi ihtiyaçtan dolayı istihdam edildi, kime karşı nasıl kullanıldılar?

Genelkurmay kontrgerilla ile bizi ilişkilendirmeyin diyor bu açıklaması ile. Peki kimi ilişkilendirelim? Kim döktü bunca kanı, kim yaptı bunca kontra eylemini ve sen bunlar yaşanırken neredeydin? Yani şuna mı inanalım: Kontrgerilla denilen şey, üç beş faşist tetikçiden, birkaç kendini bilmez subaydan ve serseri polisten ibarettir. Susurluk'ta ortaya çıkan ilişkilerin, Org. Veli Küçükler'in, Susurlukçuluğu mahkemeleriniz tarafından da sabit görülen Korkut Eken'e aleni sahip çıkan eski Genelkurmay Başkanı ve generallerin sizinle hiçbir ilgisi yok. Belgeleri ifşa olan MGK Genel Sekreterliği'nin halka karşı psikolojik savaşı da zaten kontrgerilla politikalarıyla ilgisiz! Binlerce suçun altında imzası olan JİTEM diye bir birim hiç olmadı, onca belge ve tanık yalan sadece siz gerçeksiniz! Şemdinli'de de Umut Kitabevi'nin sahibi kendi kendini bombaladı, adamlarınız orada teröre karşı vefakar hizmetlerini icra ediyorlardı...

Haydi inanalım bütün bunlara!
Peki bu nasıl bir devlet, bu devletin nasıl bir ordusu var ki, üç beş tetikçi ülkenin kaderini etkileyecek şeyler yapıyor? O zaman ordunuz da bu üç beş tetikçi karşısında aciz!

Elbette tüm bunlar safsata. 1950'lerin sonundan itibaren yani Kore'de Anadolu gençlerinin kanının satılması karşılığında NATO'ya girilmesiyle birlikte oluşturulan kontrgerilla birimleri Genelkurmayca örgütlenmiş, korunmuştur. Vatan savunması yalandır, aslolan emperyalizmin ve işbirlikçi oligarşinin çıkarlarıdır. Ordunun emperyalizme göbekten bağımlı hale gelmesi ile, kontrgerillanın örgütlenmesindeki paralellik kimse için sır değildir. "Vatan savunması" diye kurulan bu birim, ABD emperyalizminin çıkarlarına öylesine endekslidir ki; ABD kontra okullarında okutulan talimname 'Sahra Talimnamesi' adıyla aynen çevrilmiş, içerisinde geçen "papaz, deniz aşırı ülkeler" vb. Amerika'ya göre tanımlanmış kavramlar dahi değiştirilmemiştir. Ve bu ordu, subaylarını kontra elemanı olarak bununla eğitmiştir.

Süreç içinde kontrgerilla yöntemlerinin devlet politikası haline gelmesinde ve ülkenin bütün kurumlarını vesayeti altına alarak kendine göre şekillendirmesinde de asıl söz sahibi, Genelkurmay'dan başkası değildir. MGK'da ifadesini bulan Susurluk yönetiminin merkezini de Genelkurmay oluşturmaktadır. Ve MGK'nın kuruluşundan bu yana aldığı bütün kararlara bakın, emperyalizmin ve işbirlikçi oligarşinin çıkarlarını korumanın esas olduğunu çok net şekilde görürsünüz. 1950'lerden bugüne değişen, sadece halka karşı savaşın demagojik gerekçeleridir. Dün "komünizm tehlikesi" idi, bugün "terör"!

Emir-komuta zincirleri içinde halka karşı savaşı sürdürebilirsiniz, ama tarihi emir komuta ile yazamazsınız. Kontrgerilla denildiğinde, az çok yaşananları bilen herkesin aklına Genelkurmay geliyorsa; bu boşuna değildir. Halkın dökülen her damla kanının üzerinde parmak izlerinizi gördük. Nerede provokasyon, katliam, kayıp, infaz varsa orada mutlaka Genelkurmay vardı ya da onun çizdiği politikalarla MİT'i, polisi gerçekleştirdi tüm bunları.

'Devlet' demek, en başta ordu demektir. Devletin tüm kurumları ordunun ağzına bakar! Bu yüzden, hükümet olup iktidar olamayan onlarca parti gelip geçti. Güçler dengesindeki değişimler, bu yalın gerçeği bugün için değiştirmiş değildir. Kaldı ki, 50 yıldır yaratılan devlet geleneği, kültürü ve örgütlenmesi, hiçbir parti iktidarının bu kontrgerilla politikaları dışına çıkmasına izin vermemekte, aksine uygulayıcısı haline getirmektedir.

Ama belirtelim ki, Genelkurmay burjuva basında yapılan bu tartışmalardan boş yere rahatsız olmaktadır. Meselenin özüne inmeyen, kıyısından köşesinden dolaşan ve çözüm olarak yine bu düzeni gösteren hiçbir tartışma, kontrgerilla politikalarını ve örgütlenmelerini tasfiye edemez.

 JİTEM arşivi Küçük'ün evinden çıktı

--------------------------------------------------------------------------------

 
İSTANBUL (01.02.2008)-Ergenekon soruşturması kapsamında JİTEM'in kurucusu Susurlukçu emekli Tuğgeneral Veli Küçük'ün çiftlik evinden JİTEM'in kayıp olduğu iddia edilen gizli arşivi çıktı.
Varlığı devlet tarafından resmen kabul edilmeyen kontrgerilla örgütlenmesi olan JİTEM'in arşivi, Susurlukçu emekli Tuğgeneral Veli Küçük'ün evinden çıktı. Küçük'ün çiftlik evinde yapılan baskın sonucu ele geçirilen belgeler arasında, 1993 yılında öldürülen ve yıllarca JİTEM'in başkanlığını yapan emekli binbaşı Cem Ersever’in “kayıp olan arşivi” de bulundu.

12 Eylül darbesinden sonra Veli Küçük tarafından kurulan ancak varlığı devlet tarafından kabul edilmeyen JİTEM'in başına da Kürdistan'da uzun yıllar binbaşılık yapan Cem Ersever getirilmişti.
Ersever daha sonra PKK itirafçıları ve “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım gibi isimlerle Kürdistan'da aralarında Musa Anter'in de bulunduğu pek çok kontrgerilla katliamına imza attı. Ersever bu süre boyunca Veli Küçük’le de yakın ilişki içerisinde oldu.
Ersever JİTEM’i açıklamıştı
Ersever, daha sonra kendisinin de tasfiye edileceğini anladığında, Yeşil kod adıyla tanınan Mahmut Yıldırım ve bazı faili meçhul cinayetlerle ilgili Aydınlık Gazetesi’ne açıklamalarda bulundu. Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis’in kuşkulu bir uçak kazasında ölümünün üzerinden bir ay geçmeden, 17 Mart 1993’de 30 arkadaşı ile birlikte görevinden istifa etti. İstifa mektubunda “Güneydoğu’da yetkili organlar içerisinde oluşturulan bir çete, cereyan eden hadiselerin gerçek boyutlarının Türk Milleti tarafından görülmesini engellemektedir” demiş ve JİTEM konusunda açıklamalar yapmanın sinyallerini vermişti. Ersever'in, JİTEM içi hesaplaşmada Mahmut Yıldırım ekibi tarafından öldürüldüğü iddia edildi.
Ersever öldürüldü, arşiv kaybedildi
JİTEM’in “rutin dışı faaliyetleri”, Mahmut Yıldırım ve faili meçhul cinayetlerle ilgili anlattıklarından sonra hedef haline gelen Ersever, Aydınlık gazetesine anlattıkları ile ilgili mahkemeye ifade vermek için 24 Ekim 1993’de Ankara’ya gittikten sonra bir daha kendisinden haber alınamadı. Ersever, her yerde aranırken önce sevgilisi Neval Boz’un cesedi Ankara Çamlıdere’de, bir gün sonra JİTEM’de çalışan itirafçı Murat Demir’in cesedi Polatlı’da, 4 Kasım 1993’te de kendisinin cesedi Elmadağ’da bulundu. Kim tarafından öldürüldüğü sır olarak kalan Ersever’in Ankara’daki evinde tuttuğu ve içinde JİTEM’le ilgili çok gizli belgelerin bulunduğu “arşivi” de aynı ellerce kaybedildi.
Yıllardır sır olan bu arşivin, Veli Küçük’ün Bilecik Gölpazarı İlçesi Türkmen Köyü’ndeki çiftlik evinde açığa çıkması, JİTEM faaliyetlerini hakkında açıklamalar yapan Ersever'in katillerine de işaret etti.
“JİTEM’in kurucusuyum”
Veli Küçük, Beşiktaş’taki İstanbul Adliyesi’nde hakim karşısına çıkarken kendisine çok önemli ve gizli belgelerin bulunduğu bu arşiv ile ilgili hakim tarafından sorular yöneltildi. Hakim karşısında JİTEM'in kurucusu olduğunu kabul ederek, “Ben JİTEM’in kurucusu olarak biliniyorum. Kanunda yeri olan bir birimdir. Bu bende bir meslek hastalığı olarak niteleyebileceğim arşivleme alışkanlığından dolayı bana görev sırasında değişik yerlerden ulaşan belgeleri dosyalayarak muhafaza ettim. Emekli olduktan sonra da bu şekilde gelen belgeleri arşivledim. Beni seven insanlar da bu tür bilgi ve belge akışını bana sağlarlar. Evimde bulunan gizlilik niteliği yüksek olan belgeleri arşivlemem, karakterimin ve alışkanlığımın bir yansımasıdır. Aynı zamanda yazıya dökülen gizli konuşma kayıtları da bunun içinde yer alıyor. Evimde, gündemdeki Ergenekon, Lobi gibi belgelerin orijinal nüshalarının çıkması da arşivleme hastalığımdan kaynaklanmaktadır” şeklinde konuşmuştu.
Kontrgerilla şefi Veli Küçük'ün 'meslek hastalığı' neticesinde sakladığı arşivleri açıklanmalıdır. 'Kanunda yeri olan JİTEM' hakkında yasal işlem başlatılmalı, süren varlığına son verilmelidir. Susurluk'ta yapıldığı gibi, 'devlet sırrı' damgası vurulmadan, tüm duyarlı toplumsal kesim, bu belgeler ışığında hesap sorma; adalet ve özgürlük taleplerini yükseltmelidir.
atılım


__________________
çitlerin olmadığı bir dünya kurmak için 
      

                                                                   

  KONTRAGERİLLA TARAFINDAN HUNHARCA KATLEDİLEN                                                      UĞUR MUMCU
 Uğur MUMCU

--------------------------------------------------------------------------------

Uğur Mumcu (1942 - 1993)
 Aslen, Ankaralı olan Uğur Mumcu, 22 Ağustos 1942 yılında, babasının memuriyeti dolayısıyla Kırşehir'de, dört kardeşin üçüncüsü olarak doğdu. Annesi Nadire Hanım, babası, Tapu Kadastro memuru Hakkı Şinasi Bey'di. İlk ve orta okulları Ankara’da okuyan Mumcu çok aktif bir öğrenciydi. Bu hızlı yaşam Hukuk fakültesinde de devam etti. 1961 yılında baş1adığı Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni 1965 yılında tamamladı. Bir süre avukatlık yaptı; yabancı dil öğrenmek için İngiltere'ye gitti. 1969-1972 yılları arasında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde İdare Hukuku Profesörü Tahsin Bekir Balta'nın asistanı olarak çalıştı. Yazmaya, üniversite öğrenciliği yıllarında, Doğan Avcıoğlu'nun yönetimindeki Yön Dergisinde başlayan Uğur Mumcu, 12 Mart döneminde bir yazısında kullandığı "ordu uyanık olmalı" sözleriyle, "orduya hakaret etmek", "sosyal bir sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü kurmak" suçunu işlediği iddasıyla gözaltına alındı. Uğur Mumcu bu davadan dolayı 7 yıl hapse mahkum edildi. Fakat yargıtayca karar bozuldu ve serbest bırakıldı. Bu olaydan sonra, Mumcu askerliğini, 1972-74 yılları arasında Ağrı'nın Patnos ilçesinde, resmi tanımıyla "sakıncalı piyade eri" olarak tamamladı. Patnos'ta, ağır koşullar altında askerliğini yaparken, zaten uzun zamandan beri var olan ülseri yüzünden mide kanaması geçirdi. İlk yazıları 1962'den itibaren Yön, Türk Solu, Devrim, Ant, KIM v.b. dergilerde yer alan Mumcu'nun, 1968-69-70 yıllarında Akşam, Milliyet, Cumhuriyet gazetelerinde zaman zaman çeşitli konularda inceleme yazıları da yayımlandı. Köşe yazarlığına 1974 yılında haftalık Yeni Ortam dergisinde başladı. Daha sonra çalışmaya başladığı Anka Ajansında 1975 yılından itibaren Cumhuriyet'e de köşe yazıları yazdı. 1977 yılından sonra sadece Cumhuriyet için yazmaya başladı. gözlem başlıklı köşesinde 1991 yılının Kasım ayına kadar aralıksız olarak yazdı. 6 Kasım 1991'de İlhan Selçuk ve yaklaşık 80 Cumhuriyet çalışanı ile birlikte gazeteden ayrıldı. Bir süre işsiz kaldı. 1 Şubat - 3 Mayıs 1992 tarihleri arasında Milliyet Gazetesi'nde yazan Mumcu, Cumhuriyet Gazetesi'ndeki yönetim değişikliği üzerine 7 Mayıs 1992'de Cumhuriyet'e döndü. Gazetecilik hayatı başarılarla dolu olan Mumcu 24 Ocak 1993 yılında uğradığı bombalı saldırı sonucu öldü.


daha ölmedi yazılarıyla uzun süreler yaşıyacak
     


 MİT MLLİ'mi DİR

--------------------------------------------------------------------------------

MİT MİLLİ’mi? DİR?


"Sır teşkilat" olarak anıldı hep. Dahası böyle anılmak istendi. Onun düzen içindeki rollüyle birlikte düşünüldüğünde böylesi daha korkutucu ve ürkütücüydü çünkü.
Kimin MİT'çi olduğu asla bilinemezdi; her yerde gözü, kulağı vardı... Fakat heryerde gözü kulağı olan bu teşkilat, bu ülkede bir tek faili meçhulü aydınlatmadı, bir tek "kayıp"ın akıbetini açığa çıkaramadı. Onun deşifre edip bozduğu bir tek emperyalist plan yoktur.

Kısacası, halka, vatanımıza karşı işlenen suçların açığa çıkarılmasında MİT'in adını şanını duyan olmadı pek.
Ancaaak...
Nerede kirli bir iş varsa, MİT'in adı oradan çıktı. Nerede faşist katliamlar varsa, orada MİT'in izlerine rastlandı.
MİT, güya "gizli" bir istihbarat teşkilatıydı ama her işinde ayak izleri bırakacak kadar da beceriksizdi.
Nitekim Susurluk döneminde ortaya çıkan ayak izlerini izleyenlerin yolunun düştüğü yerlerden biri de hep MİT oldu.
Aranan faşist katillerin, eroin tüccarlarının, itirafçıların, kumarhanecilerin, ölüm mangalarının olduğu her yerde MİT'in de adı geçiyordu.


Mayası bozuk" bir teşkilat
İlk istihbarat teşkilatı 1910'lu yıllarda Osmanlı döneminde oluşturulur. İttihat ve Terakkicilerin, ve özel olarak da Enver Paşa'nın yönetiminde oluşturulan Teşkilat-ı Mahsusa, Osmanlı'nın çöküş döneminde Balkanlardaki bağımsızlık savaşlarında, ve sonraki dönemde de emperyalistlerin Osmanlı'yı işgal dönemlerinde aktif bir rol oynar. Bu yanıyla kısmen bir ulusal nitelik de taşır. Bundan dolayı, MİT, kendisinin emperyalist ülkelerin "şubesi" olduğu gerçeğini gizlemek için tarihini Teşkilat-ı Mahsusa'ya kadar uzatır. Cumhuriyet döneminde oluşturulan "gizli istihbarat" kuruluşunda o dönemin bazı kadroları yer alsa da, aralarında politik ve örgütsel bir devamlılık kurmak zorakidir.
Cumhuriyet döneminde ilk resmi gizli istihbarat teşkilatı 5 Ocak 1927'de kuruldu. Adı Milli Amele Hizmet veya Milli Emniyet Hizmeti olarak anılan bu teşkilat, Alman Gizli Servisi'nin şeflerinden Walter Nikolai'nin eğitim ve organizatörlüğünde kurulmuştur. MAH'ın başında resmi olarak bir Türk vardır ancak, teşkilatın gerçek patronu Walter Nikolai'dır. Nikolai, Alman devletinin o kadar güvendiği bir elemandır ki, Hitler işbaşına geldiğinde de Nikolai'yi bu görevinden almaz. Nikolai, bir yandan adı "Milli Amele Hizmet" olan Türkiye istihbaratının başında bulunurken, bir yandan da Nazi Gizli Servisi'nin kuruluşunda görev alır.
Cumhuriyet'in ilk yıllarında oluşturulan "MİLLİ Emniyet Hizmeti" işte bu kadar "milli" dir. Mayası bozuk derken haksız mıyız?
İkinci Paylaşım Savaşı'nın sonlarında ise, "milli" istihbarattaki Alman egemenliği de yerine Amerikan egemenliğine bırakır.
,CIA'nın Şubesi' durumunda bir Milli' teşkilat,
Türkiye'nin Amerikan yeni-sömürgesi olmasına paralel olarak, MAH (ve sonra MİT) bir CIA şubesine dönüştürüldü. CIA, MAH'ı yeni baştan organize etti.
CIA, MAH'ı yeniden organize etme işine "kendi kadrolarını" yetiştirerek başlamıştır. 6 kişilik bir ekip ABD'ye eğitime götürülmüş ve MİT'in diğer kadroları da bu 6 kişi tarafından eğitilmiştir. Bu 6 kişilik ekipten Behçet Türkmen 1953'de MAH'ın başına, daha sonra da Fuat Doğu MİT'in başına getirilmiştir.
MAH'ın bu dönemde "CIA'nın bir şubesi" haline dönüştürülmesi bir benzetme değildir. Fiili bir gerçektir. O kadar ki, güya Türkiye adına(!) istihbarat yapmakla görevli istihbaratçıların maaşlarını dahi CIA ödemektedir. (İstanbul’da MAH elemanlarının maaşları zarf içinde ABD Konsolosluğunca ödenmiştir).
Türkiye'yi yönetenler, MİT'in başındakiler zaman zaman bu gerçeği itiraf etmişlerdir. İşte bu itiraflardan ikisi.
Başbakan Menderes'in Müsteşarı Ahmet Salih Korur, MAH hakkında hazırladığı raporda şöyle diyordu:
"Amerikalılar, MAH'a hakimdi. Para veriyor, örgüte nüfuz' ediyorlardı. Milli Emniyetin bütün dosyaları CIA'nın kontrolündeydi. İstanbul'da Milli Emniyete ait bir okul, servisin İstanbul örgütü ve Yeşilköy'deki Soruşturma Teşkilatı tümüyle Amerikalıların emrindeydi. Okullara, Soruşturma Teşkilatı'na Amerikalılar doğrudan' para veriyorlardı. İstanbul bölge örgüt başkanlığına doğrudan' para ödüyorlardı. Karşılığında iş istiyorlardı." ( Soner Yalçın, Bay Pipo, s. 59)
Bu durum sonraki yıllarda da değişmeden sürüp gelmiştir. 6 Temmuz1965'te çıkarılan bir yasayla MAH,Milli İstihbarat Teşkilatı'na kısacası MİT'e dönüştürüldü. Bu dönemini ise, 1977'de CIA ajanlığı suçlamasıyla (tutuklanan ve kaldığı askeri hapishanede intihar eden(!)) tasfiye edilen MİT İstihbarat Başkan Yardımcısı Sabahattin Savaşman anlatıyor:
"Teşkilatın kullandığı bütün teknik malzemeler CIA tarafından temin edilmiştir. Birçok personel Amerikalılar tarafından yurtdışındaki kurslarda eğitilmiş, teşkilat binası CIA tarafından kurulmuş, eğitmenleri CIA sağlamıştır.(...) Personel yıllardan beri CIA gibi çalışmakta, Amerikan Servisi hesabına görev almakta, yurtiçi ve yurtdışındaki operasyonlarda ücret kabul etmektedir." (Geniş açıklama Kontrgerilla kıskacında Türkiye Say.281-320)


Başbakanlık Müsteşarı'nın, MİT Başkan Yardımcısı'nın böyle anlattığı bir teşkilatın "milli" olduğunu hala iddia eden, adi bir yalancıdan başka ne olabilir?
Dahası; her şeyiyle emperyalizme teslim olmuş bir ülkenin hangi kurumu milli olabilir ki, MİT olsun?

MİT ne iş yapar?
"Elemanları" kimlerdir?
Milli hiç bir yanı olmayan bir teşkilatın işleri de elbette milli olmayacaktır. Tek bir vatansever faaliyeti olmayan MİT, bunun karşılığında, eroin ticaretini, kumarhane haraççılığını ve halka karşı kontrgerilla eylemlerini "vatanseverlik" diye pazarlamıştır. İşi budur ve "elemanları"nı da buna göre seçmektedir.
Bu nedenle, MİT elemanlarının, Mafyacı Çakıcılar, faşist katil Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı gibiler, Faik Meral gibi üçkağıtçılar, Yavuz Ataç gibi mafyacı hamileri olması şaşırtıcı değildir.
MİT yetkilileri ve hükümetler, bu isimlerde MİT pasaportları çıkmasını, "bazı MİT'çilerin kişisel ilişkileri" olarak açıklayarak, MİT'in gerçek yüzünü gizlemeye çalışsalar da boşunadır. Bunların hepsi kişisel veya tesadüfi olabilir mi? Son olayında da, Çakıcı'da ikinci kez MİT pasaportu çıkması üzerine MİT "bu olaya teşkilatlarının adının karışmasından üzüntü duyduklarını" (Sevsinler(!) açıkladı. Üzülmüşlerdir elbette, ama adları bu olaya karıştığı için değil, bu olaydaki rolleri açığa çıktığı için! Faik Meral'in Çakıcı'yla "işbirliği" de MİT'te olduğu döneme uzanır.
Tüm MİT'çiler, açıklamalarında bu tür kişilerle kurdukları ilişkilerin "üst makamın bilgisi dahilinde" olduğunu belirtmektedirler. MİT gibi bir kuruluşta tersini düşünmek de zaten abestir.
Çakıcı, Çatlı gibilerle MİT arasındaki ilişkinin kişisel değil, resmi ve kurumsal düzeyde bir ilişki olduğu bu devletin raporlarına, resmi belgelerine geçen reddedilemez bir gerçektir:
- "Çakıcı MİT'te eleman olarak çalışıyor" (Mehmet Eymür'ün Susurluk Davası'ndaki ifadesinden)
- "Çakıcı ile adamlarının bütün işlemleri eskiden beri MİT tarafından organize ediliyor. Yurtdışı çıkışlarına da yardımcı olunuyor. Çakıcı MİT'in adamı..." (Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanı Hanefi Avcı'nın TBMM Soruşturma Komisyonu'na verdiği ifadeden)
- "Ermeni terörüne karşı 12 Eylül'den sonra arayışların başladığı tarihte Hiram Abas, Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı ve bir kısım ülkücüyü organize etmiştir. Bu çalışmalar o tarihte Cumhurbaşkanlığı bünyesinde yürütülmüştü. Fakat muhtemel ve menfi bir gelişme olması ihtimaline binaen çalışmalar MİT'e devredilmiştir." (Başbakanlık Susurluk Raporu'ndan)
Herşey ortada. Bugün Çakıcı'nın Yurtdışına çıkışından üzerinde MİT'çi pasaportu çıkmasına kadar her şey, bu ilişkilerin sürdüğünü göstermektedir.
İnfazlarda, faili meçhul cinayetlerde, yolsuzluklarda, faşist mafyacılarla, kumarhanecilerle yürütülen ilişkilerde, onlara kırmızı-yeşil pasaportlar verilmesinde, ihalelerde, darbe tezgahlamada, uyuşturucu-silah kaçakçılığında kısacası Susurluk Devleti'nin açığa çıkan tüm kirli işlerinde MİT'in şu veya bu biçimde yer aldığı Susurluk döneminde açığa çıkmıştır. Son Çakıcı olayıyla bir kez daha kanıtlanmıştır ki, Susurluk soruşturmalarında açığa çıkan işler "bazı MİT'çilerin denetim dışında bulaştıkları işler" değil, MİT'in ASLİ İŞLERİ'dir.
İtirafçılar, faşist katiller MİT tarafından devşirilerek infazlarda, kaybetmelerde, işkencelerde, uyuşturucu ticaretinde kullanılmakta ve bu da "devletin güvenliği" adına savunulmaktadır. Çatlı, Yeşil, kullanılan yüzlerce tetikçiden sadece bir kaçıdır. Hanefi Avcı Susurluk Komisyonu'nda Mehmet Eymür'ün Yeşil'le olan ilişkisi hakkında şunları söylemekteydi:
"Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım'ın kullandığı cep, mobil ve sabit telefon ile kimlerle görüştüğü araştırılırsa karşımıza Mehmet Eymür çıkmaktadır." (Şimdi ABD’de sahiplerine hizmet etmektedir,Türkiyeye gelememesinin nedenlerinin başındada tutuklanacağı korkusu vardır)
Korkut Eken de Susurluk Komisyonu'ndaki ifadesinde "Çatlı'yı Eymür'le birlikte tanıdım" demiştir. Yeşil, seri halde cinayetler işliyor. Çatlı haraç kesiyor, Yaşar Öz uyuşturucu ticareti yapıyor. Çakıcı uyuşturucu ticareti yapıp, ihale yolsuzluklarına göz kulak oluyor. Ali Fevzi Bir, devlet himayesinde kumar oynatır... Hepsi "devlet adına"! DEVLETE BAKIN! Devletin "MİLLİ" istihbarat teşkilatına bakın"
Olay şudur; devrimcilere karşı yurtiçinde ve yurtdışında istihbarat yapmak, kaybetmelerde, infazlarda yer almak karşılığında, bu çetelere her türlü suç özgürlüğü tanınmıştır. Tüm mafyacılar, bu "özgürlüğü" kazanmak için MİT'in hizmetine girmiştir.

MİT, halk düşmanı bir
kurumdur!
MİT'in görevi, ilk anda akla geldiği gibi "milli güvenlik" değildir; söz konusu olan "emperyalizmin ve işbirlikçi oligarşinin güvenliği"dir. MİT'in güvenliğini sağlamaya çalıştığı güç, milli değildir, bu nedenle MİT'in görevinin milli olması da sözkonusu bile olamaz.
Bu anlamda; MİT'in işi, halkın mücadelesini engellemek, oligarşinin halka karşı politikalarının veya çeşitli uluslararası hesaplarının "başarıya" ulaşması için gerekli provokasyonları, komploları tezgahlamaktır. Kısacası, işi, faşist saldırıların ve kontrgerilla operasyonlarının organizatörlüğüdür.
MİT'in tarihinde bunlardan başka hiçbir şey yoktur. Ne herhangi bir emperyalist ülkeye karşı elde edilmiş bir istihbarat başarısı, ne emperyalistlerin milli güvenliğimizi tehdit eden saldırılarının önlenmesi yoktur MİT'in tarihinde. Tüm tarihi, devrimcilere, direnen halklara karşı düzenlenen operasyonlardan ibarettir.
MİT'in adı geçtiği her yerde katliam, provokasyon, işkence ve kirli ilişkiler vardır.
MİT adıyla MHP'lilerin adlarının da hep yanyana anılması, MİT'in asli niteliğini ortaya koyan bir başka göstergedir. Ülkemizde sivil faşist hareket CİA-MİT tarafından eğitilip organize edilmiştir. 1960'lı ve 70'li yıllarda faşistleri kamplarda toplayıp askeri eğitim veren ve halkın üzerine salan organizasyonun başında MİT'çiler vardır. MHP, aynı zamanda MİT'in her dönem en önemli kadro kaynaklarından biri olmuştur.
MİT'in üst düzey yöneticilerinden Mehmet Eymür yazdığı kitapta MAH'ın ilk dönemdeki faaliyetlerini şöyle özetliyor:
"Şeyh Sait İsyanı, Kızıl Lazistan çalışmaları, Kürtlerle Ermenilerin müşterek Hoybon ve Kürt Teali Cemiyeti faaliyetleri, gizli Komünist Partisi faaliyetleri, Hilafetçi ve Saltanatçıların faaliyetleri, Hatay meselesi, Çiçero olayı MAH'ın uğraş konuları arasındaydı." (Mehmet Eymür, Analiz s. 33)
Bu alıntıda açıkça görüleceği gibi, MAH'in ve sonrasında da MİT'in faaliyetleri arasında ülkemizi kendi sömürgeleri yapmak isteyen emperyalistlere karşı hiç bir faaliyet yoktur. MİT, tamamen "içe yönelik" faaliyetlere göre örgütlenmiştir. MİT'in tarihi, devrimcilerin, vatanseverlerin bastırılması faaliyetleriyle doludur.
CIA ajanı Philip Agea "CIA Günlerim" adlı kitabında CIA'nın MİT aracılığıyla Türkiye'de nasıl bir faaliyet yürüttüğünü gayet açık anlatıyor:
"... CIA uzun yıllardan beri Türk Milli İstihbarat Teşkilatı ile çok yoğun bir işbirliği içindedir. Bu örgütün eğitimi ve donatılmasını CIA sağlar. CIA'nın Türkiye'deki görevi, 'Doğu Bloku ülkelerinin misyon ve operasyonlarını' kontrol etmek... 'Amerika'nın kapitalist hegemonyasının' devamını sağlamaktır. Tabii bu arada her yerde olduğu gibi 'komünizm, ve aşırı sol hareketi kontrol ederek' ABD çıkarları için tehlikeli hale gelmelerini önlemektir." (Aktaran C. Arcayürek, Darbeler Ve Gizli Servisler, s. 157)
Politikaları ve operasyonları CIA tarafından belirlenen MİT'in esas rolü işte budur: ABD çıkarlarını güvenceye almak! "Komünist ve aşırı sol hareketler"in yok edilmesi de bunun ilk koşuludur. (Nasılda sebahattin SAVAŞMAN’ın itiraflarıyla örtüşüyor)
MİT'in "uluslararası" düzeydeki çalışmaları da yine emperyalizmin hizmetindeki çalışmalardır. MİT'in İsrail'in MOSSAD'ıyla ve İran'da Şah Diktatörlüğü döneminin SAVAK'ıyla yoğun işbirliği vardır.
"Her ülkedeki sol faaliyetler, milli azınlıkların faaliyetleri, tedhişçi Filistin'e karşı önlemler, yıkıcı diğer faaliyetler, anarşi hakkında ikili, üçlü temaslar kurulur. (...) Görüşmelerde genellikle yol gösterici olan, üstün tekniğiyle MOSSAD'dır ve MOSSAD'ın memleketimizde hayli geniş imkanları bulunmaktadır." (MİT İstihbarat Başkan Yardımcısı Sabahattin Savaşman, Aktaran Suat Parlar, Kontrgerilla Kıskacında Türkiye, s.232)
Hiram Abas bu ilişkilerde MİT'in kilit isimlerinden biridir. Sabahattin Savaşman, onu, "Lübnan'da CIA'yla beraber operasyonlara katılan, onlardan yüklü ücret ve ikramiyeler temin eden, Filistin kamplarındaki solcu gençleri hedef alan faaliyetlerde gösterdiği başarı sonucu mükafatlandırılan" bir kişi olarak anlatmaktadır.
Emekliliğinden sonra Turgut Özal'ın gözdesi olarak yeniden "mesleğe" dönen, mesleğini soran gazetecilere "solcu avı" diye cevap verecek kadar halk düşmanlığında pervasız biridir Abas. Daha sonra yaptıklarının faturasını bir süikast sonucu öldürülerek ödeyen Hiram Abas'ın "mesleğiniz" sorusuna verdiği bu cevap bile MİT'in işinin ne olduğunu açıklamaya yeterlidir.

Halka, Devrimcilere Karşı
MİT Operasyonları
6-7 Eylül provokasyonu: MİT'in açığa çıkmış en önemli ilk operasyonlarından biridir.
Yıl 1955; Atatürk'ün Selanik'teki evi, bizzat MİT elemanları tarafından bombalanır. Bombalama haberi, yine bir MİT elemanı olan Ekspres Gazetesi'nde yazarı Mithat Perin tarafından kışkırtıcı bir biçimde yapılır. Bu kışkırtmayla başta istanbul olmak üzere çeşitli şehirlerde azınlıklara karşı bir saldırı başlatılmış, binlerce ev, işyeri, ibadethane yakılıp yıkılmış ve onlarca kişi öldürülürken, onbinlerce Rum, Ermeni zorla göç ettirilmiştir.
Son olarak MGK Genel Sekreterliği yapan Org. Sabri Yirmibeşoğlu, bu operasyonı yıllar sonra şöyle itiraf etmiştir: "6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı..." (Tanksız, Topsuz Harekat, Fatih Güllapoğlu, s. 104)
12 Mart'ta işkenceler, sabotajlar; MİT, özellikle 12 Mart'ta daha da öne çıktı. 12 Mart denilince kuşkusuz ilk akla gelen yer İstanbul Erenköy'deki Ziverbey Köşkü'dür. İşkenceli sorguların yapıldığı Ziverbey Köşkü'nün başında Faik Türün, Memduh Ünlütürk gibi generaller vardır; MİT elemanı Hiram Abaslar, Mehmet Eymürler bu dönemde Ziverbey'deki işkencelerin başındadır. O zaman MİT'in başında, daha sonra 12 Eylül'ün 5 darbeci generalinden biri olacak olan Nurettin Ersin vardı.
Aynı dönemde devrimci mücadelenin gelişmesi karşısında şaibe yaratmak, hedef saptırmak, korku ve panik ortamı oluşturmak için de MİT çeşitli provokasyonlara başvurmuştur. MİT'in '70'li yıllarda bu çerçevede gerçekleştirdiği provokasyonlar arasında Atatürk Kültür Merkezi'nin yakılması, Marmara yolcu vapurunun, Eminönü vapurunun batırılması, yine 1977'de Yeşilköy Havaalanı'nın ve Sirkeci Garı'nın bombalanması, ve bu sabotajların devrimciler üzerine yıkılmaya çalışılması vardır.
MİT, Maltepe, Arnavutköy, Kızıldere katliamları başta olmak üzere devrimcilere yönelik tüm katliamlarda da yer aldı. Mehmet Eymür, Mahir Çayan ve on devrimcinin katledildiği Kızıldere operasyonu hazırlıklarını şöyle anlatır: "Öğleden sonra MİT Müsteşarı Korgeneral Nurettin Ersin, Ankara Bölge Daire Başkanı ve Ankara Bölge'den 6-7 kişilik bir ekip ile birlikte Ünye'ye geldi. (...) Çayan ve arkadaşları marşlar söylemeye ve zaman zaman askerlere laf atmaya başladılar. Bizi sivil pantolonlarımızdan tanımışlar. 'Sam amcanın adamları', 'Faşist MİT'çiler' gibi sözlerle bizleri kızdırmaya çalışıyorlardı..." (Mehmet Eymür, Analiz, s.90-96)
"Sam amcanın adamları... Faşist MİT'çiler."; işte Mahirler'in söylediği bu sözler, MİT'in ve MİT'çilerin niteliğini hiç bir ek gerektirmeyecek kadar açık biçimde anlatıyor.
1974 sonrası devrimci mücadelenin büyümesi karşısında sivil faşist terörün devreye sokulmasında rol oynayan, '1977 1 Mayıs'ında, 16 Mart'ta, Sİvas'ta, Çorum'da, Maraş'ta halkın kanı dökülürken faşist hareketi ve bu katliamları organize eden kurumlardan biri MİT'ti.
MİT yönetici ve elemanları, Hiram Abas, Nejdet Küçüktaşkıner, Mete Bozbere, '1977 1 Mayıs katliamında bizzat yeralmışlardır. Kitleye ateş açılan yerlerden biri olan Intercontinental Otelinin 5’inci ve 6’ıncı katlarında MİT ve ÖHD elemanları vardır.
Sular idaresi’nin çatısında faşist işkenceci Polis şefi Uğur gür vardır. Söz konusu yerlerden kitleye ateş edilmiştir.

1990'larda halkın mücadelesi karşısında yine MİT devrededir: Daha 90'lı yılların başında devrimci mücadelenin gelişmesi karşısında Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu gibi aydınların, gazetecilerin katledilmesinde kontrgerilla devletinin bir kurumu olan MİT'in rolü ve yönlendirmesi vardır. Aynı yıllar boyunca sürdürülen infazlar, faili meçhuller ve özellikle kaybetme politikasında da MİT başrolü oynamıştır. JİTEM'in, terörle mücadele şubelerinin, MİT'in adeta içiçe geçtiği bu dönemde, halka, devrimci hareketlere karşı provokasyonlar, infazlar, kayıplar birbirini izlemiş, bütün bu saldırılarda MİT hem itirafçılarla, faşist katillerle, korucularla, hem polisle, hem JİTEM'le içiçe çalışmıştır.
Bütün bu anlatılanlardan çıkacak tek bir sonuç vardır: MİT, dağıtılması, hesap vermesi gereken bir kurumdur!

"Mahir Çayan ve arkadaşları marşlar söylemeye ve zaman zaman askerlere laf atmaya (Özel Harp Dairesi elemanları) başladılar. Bizi sivil pantolonlarımızdan tanımışlar. 'Sam amcanın adamları', 'Faşist MİT'çiler' gibi sözlerle bizleri kızdırmaya çalışıyorlardı..." (Mehmet Eymür)

Sam amcanın adamları... Faşist MİT'çiler.;

MAHİR’ler'in sözleri, MİT'in ve MİT'çilerin niteliğini hiç bir ek gerektirmeyecek açıklıkta anlatıyor.



Bu yazıda,Tuncay Özkan'ın "MİT'in Gizli Tarihi" kitabından, Başbakanlık Susurluk Raporu'ndan,Suat PARLAR’ın K.G.K.Türkiye kitaplarından yararlanılmıştır.
       İşte suç örgütü değil denilen TSK'nin vukuatları

--------------------------------------------------------------------------------


Binlerce faili meçhul cinayetin sorumlusu olan JİTEM'in kurucusu emekli Tuğgeneral Veli Küçük'ün de aralarında bulunduğu kontr-gerillanın Ergenekon adlı birimine karşı yapılan operasyon, gözleri bir kez Türkiye ve Bölge'de karanlık cinayetlere çevirdi. Türkiye'de ve Bölge'de işlenen siyasi cinayetler, derin devlet olarak adlandırılan kontr-gerilla tarafından Kürt sorununun çözümünün engellenmesi ve Türkiye'nin demokratikleşmesinin önüne geçilmesi için gerçekleştirildi. 1990 yılında Halkın Emek Partisi (HEP) Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın'ın katledilmesiyle başlayan siyasi cinayetler aydınlatılmadıkça ne devlet, ne herhangi bir yurttaşı asla temiz sayılmayacak. Temiz devlet, temiz siyaset, temiz toplum siyasetçi, işveren ve gazeteci cinayetleri aydınlatılmadıkça mümkün olmayacak. Kontr-gerillanın 1960'lardan günümüze kadar karıştığı suikast ve katliamların açığa çıkarılması ve kanayan bir yara olan Kürt sorununun demokratik çözümünün sağlanması ise Hakikatleri Araştırma Komisyonu gibi bir oluşumla mümkün. 1960 ve 1980'li yıllarda ülkedeki devrimci ve demokratlara karşı faaliyet göstermek için ordu içinde yapılanan kontr-gerilla 1984'ten sonra Kürtlere karşı kullanıldı. Kontr-gerilla birimleri, Kürtlerin sorunun demokratik ve barışcıl yöntemlerle çözülmesi için güçlü hamlelere giriştiği dönemlerde ortamı terörize etmek için harekete geçerek, suikast, bombalama, kundakçılık gibi birçok kirli eyleme imza attı. Kontrgerillanın Kürtlere karşı işlediği katliam ve cinayetleri PKK'ye maletmeye çalıştığı ise 1996 yılında meydana gelen Susurluk kazasıyla ortaya çıkmıştı. JİTEM için uzun yıllar çalışan Abdülkadir Aygan gibi tetikçilerin itirafları, Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu raporları, kimi savcılık tutanakları ve merhum başbakanlardan Bülent Ecevit'in arşivinden çıkan gizli belgeler, kontr-gerillanın Kürt sorununun çözümünü engellemek, demokratikleşmenin önüne geçmek için siyasi cinayetlere ve katliamlara yöneldiğini ortaya koyuyor. Ancak kontr-gerilla birimlerinin zaman zaman uyuşturucu, silah ve insan kaçakçılığı işlerinden elde ettikleri rantı paylaşma konusunda kendi aralarında giriştikleri rant paylaşma kavgası son Ergenekon operasyonu örneğinde olduğu gibi hiyaza getirme müdahalesiyle sonuçlanıyor. Ergenekon operasyonunun AKP hükümetinin kendi iradesiyle yapılmadığı, operasyona kontrol dışına çıkıldığı için derin devlet olarak bilinen kontr-gerillanın karar verdiği kaydediliyor. 1990'lardan beri kullanılan Veli Küçük ve elemanlarının artık derin devletin sırtında kambur haline geldikleri için ipleri çekilirken, devletin kendisini kontr-gerilla çetelerinden temizleyebilmesi için, öncelikle binlerce faili meçhul cinayetin aydınlatılması gerekiyor. Susurluk kazasıyla birlikte pisliği her tarafa saçılan kontr-gerilla çetelerinden arınmak için devletin ve toplumun Türkiye'nin kirli ve karanlık tarihiyle yüzleşmesi şart. Türkiye, temiz devlet, temiz toplum olmak istiyorsa başta 1977 1 Mayıs'ındaki Taksim katliamı, 1978'deki Maraş katliamı, 1994'teki Madımak katliam gibi katliamlarla Şemdinli'de halk tarafından suç üstü yakalanan Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın 'iyi çocuklarının' bütün kirli ve kokuşmuş bağlantı ve ilişkilerinin açığa çıkarılması gerekiyor. Ancak Genelkurmay Başkanı Büyükanıt'ın Makedonya Savunma Bakanı Lazar Elenovski ile görüşmesinin ardından yaptığı açıklama, ne yazık ki, devletin temizleneceği beklentilerinin beyhude olduğunu ortaya koyuyor. Büyükanıt, Ergenekon operasyonuyla ilgili olarak, 'Her toplumda yasa dışına çıkan insanlar olabilir. Bunlar yargı önünde görüşülür ve yargı kararını verir. Her fırsatta ortaya çıkan şeyleri TSK ile ilişkilendirmek çabası var. TSK bir suç örgütü değildir. Onun için bu tür şeyleri TSK ile ilişkilendirmeye çalışmak beyhude bir çabadır. Bunun cezasını yargı verecektir' diyordu. Ancak Şemdinli'de Umut Kitabevi'ni bombalayan astsubaylar Ali Kaya ve Özcan İldeniz'in Askeri Mahkeme tarafından tahliye edilmeleri 'yasa dışına çıkan devlet görevlilerine' adaletin tavrının ne olduğunu da ortaya koyuyor. Suç üstü yakalanan Şemdinli bombacısı astsubayları bizzat Büyüanıt 'iyi çocuklar' diye savunmuştu. Askeri Mahkeme tarafından bombacı astsubatların serbest bırakılması Türk ve Kürt halkının boğazına sarılmış kontr-gerilla çetelerinin her ne pahasına olursa olsun korunduğunu ortaya koyuyor.



Türk devleti kirli ve karanlık tarihinden arınmak ve adeta bir uyuşturucu kaçakçılığı ve cinayet şebekesi gibi çalışan suç örgütü kontr-gerilla çetelerinden kurtularak onurlu devletler safında yer almak istiyorsa 1970'lerden günümüze bütün katliamları aydınlatmalı ve sorumlularından adalet önünde hesap sormalıdır. Bu ise Ergenekon operasyonunda görültüğü gibi denetim dışına çıkmış birimleri hizaya getirmek için yapılan operasyonlarla değil, tamamen devletten bağımsız çevrelerce oluşturulacak Hakikatleri Araştırma Komisyonu ile mümkündür. Orgeneral Büyükanıt'ın 'TSK bir suç örgütü değildir' şeklindeki açıklamalarının aksine ordu içinde yapılanan suç örgütü kontr-gerillanın gerçekleştirdiği ve halen sorumlularının açığa çıkarılmadığı siyasi cinayetlerden bazılarını hatırlatmakla yetinelim.



VEDAT AYDIN

HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın'ın 5 Temmuz 1991'de evinden JİTEM elemanları tarafından gözaltına alındıktan sonra katledilmesi Kürtlere karşı suikastlerin miladıydı. Emekli Tuğgeneral Veli Küçük ve binbaşı Cem Ersever tarafından kurulan suç örgütü Jandarma İstihbarat Teşkilatı JİTEM, hak ve özgürlük taleplerinde bulunan Kürtleri yasa dışı yöntemlerle 'susturma'ya çalıştı. JİTEM'in bilinen ilk büyük eylemi 5 Temmuz'da evinden gözaltına alınan HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın'ın infaz edilmesiydi. JİTEM tetikçisi Abdülkadir Aygan bu cinayeti yıllar sonra itiraf etti.

MUSA ANTER

1992 yılında suç örgütü JİTEM ve Hizbullah tetikçileri Bölge'de Kürt yurtseverlere karşı adeta sürek avı başlattı. Bu süreçte Haziran 1992'de yayın hayatına başlamış olan Özgür Gündem Gazetesi hedef haline getirildi ve başta gazetenin yazarı Musa Anter olmak üzere Cengiz Altun, Mecit Akgün, Hafız Akdemir, Çetin Ababay, Yahya Orhan, Hüseyin Deniz, Burhan Karadeniz, Kemal Kılıç, Ferhat Tepe, Nazım Babaoğlu, Seyfettin Tepe gibi Kürt gazeteciler ve onlarca gazete dağıtımcısı JİTEM ve Hizbullah tetikçeleri tarafından katledildi. Kürt bilgesi Musa Anter, 20 Eylül 1992'de katledildi. Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş'ın Susurluk Araştırma Raporu'nda, Apê Musa'nın devlet tarafından katledildiği kabul edildi. Gazeteci cinayetlerinin devlet tarafından işletildiği ise Musa Anter cinayetinde olduğu gibi bizzat Başbakanlık Teftiş Kurulu raporunda itiraf edildi.

3 MEHMET SİNCAR

Faili meçhul cinayetleri araştırmak için 4 Eylül 1993'de Batman'a giden HEP Mardin Milletvekili Mehmet Sincar, JİTEM tetikçileri tarafından katledildi. Devlet bakanları Necmettin Cevheri ile Mehmet Gölhan, 24 saat geçmeden tetikçinin yakalandığını duyurdular. Dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar ise öfkeliydi: 'İşi batırdılar. Çıkacak işi batırdılar. Biraz susalım...' Sonra yalanlamalar geldi. Tetikçiler firarda dendi. Yıllar sonra Susurluk raporunu hazırlayan Kutlu Savaş ise cinayeti JİTEM tetikçileri Alaattin Kanat, İsmail Yeşilmen ve Mesut Mehmetoğlu'nun planladığını bir raporla dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz'a iletti. Ancak, cinayetin sorumluları açığa çıkarılmadı, kimse yargılanıp mahkum olmadı.

3 İŞVERENLER İNFAZ EDİLDİ

4 Kasım 1993'te dönemin Başbakanı Tansu Çiller İstanbul'da Holiday Inn Oteli'nde 'PKK'nın haraç aldığı işadamları ve sanatçıların isimlerini biliyoruz, onlardan hesap soracağız' dedi ve ardından Kürt işverenlerine yönelik suikastler başladı. Çiller'in tehditlerinden iki ay sonra Kürt işveren Behçet Cantürk şoförüyle birlikte evine giderken kaçırıldı. Ertesi gün Sapanca yolunda şoförüyle birlikte cesedi bulundu. İki ay sonra ise Cantürk'ün avukatı Yusuf Ekinci, Ankara'da kaçırıldı. Ekinci'nin cesedi de iki gün sonra Konya yolunda bulundu. Yusuf Ekinci de iki ay sonra aynı yöntemle katledildi. Fevzi Aslan ve yeğeni Şahin Aslan ise, İstanbul Şehremini'nde bir kahvede otururken polis olduklarını söyleyen dört kişi tarafından gözaltına alındı. Fevzi ve yeğeninin cesetleri ertesi gün Hendek'te bulundu. Bu cinayetten iki ay sonra da Sağlık Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkan Yardımcısı Hakkarili Namık Erdoğan kaçırıldı. Erdoğan'ın cesedi Ankara-Kırıkkale yolunda üç gün sonra bulundu. DTP Milletvekili Pervin Buldan'ın eşi Savaş Buldan da 2 Haziran 1994 günü İstanbul'daki Yeşilyurt Çınar Oteli'nde arkadaşları Adnan Yıldırım ve Hacı Karay ile kaçırıldı. Cesetleri iki gün sonra ölüm üçgeni olarak anılan kontr-gerillanın karargahının da olduğu Bolu'nun Yığılca ilçesi yakınlarında bulundu. Ancak, cinayetlerin sorumluları açığa çıkarılmadı, kimse yargılanıp mahkum olmadı.

SİLOPİ KAYIPLARI

Türkiye'nin gündemini uzun süre meşgul eden binlerce 'faili meçhul' olaydan biri de HADEP Silopi İlçe Başkanı Serdar Tanış ve İlçe Yöneticisi Ebubekir Deniz'in, 25 Ocak 2001 günü Silopi İlçe Jandarma Komutanlığı'na çağrıldıktan sonra gözaltında kaybedilmeleriydi. AİHM'in verdiği mahkumiyet kararına rağmen TSK bünyesindeki askerlere dokunulamadı. Savcılar ve hakimler bu suçlu askerleri korudu. Adalet Bakanlığı da, savcı ve hakimlerin bu süç örgütlerine soruşturma açmamasına göz yumdu.

Kemalistleri de katlettiler

Ordu içindeki suç örgütü kontr-gerilla birimleri sadece Kürt gazetecileri, yurtseverleri ve işverenleri katletmekle kalmadı, Kemalist aydın ve yazarları da katletti. Kontr-gerilla tarafından öldürülen gazeteci Uğur Mumcu, Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürü Abdi İpekçi, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler, Prof. Dr. Muammer Aksoy, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç ve Prof. Dr. Bahriye Üçok suikastleri de hiçbir zaman açığa çıkarılmadı ve sorumlularından yargı önünde hesap sorulmadı. Ancak PKK'ye maledilmek istenen Uğur Mumcu cinayetinin MİT içindeki suç örgütü kontr-gerilla birimi tarafından öldürüldüğü Ergenekon operasyonu sırasında ele geçirilen tutanaklarla ortaya çıktı. Söz konusu cinayetlerin kontr-gerilla birimlerince işlendiği ortaya çıkan tüm bu cinayetlerin sorumlularının adalet önünde hesap vermeleri için ise tamamen cesur ve namuslu kişilerce oluşturulacak Hakikatleri Araştırma Komisyonu ile mümkün.

Veli 'küçük' abi 'büyük'

Suç örgütü Ergenekon'a yönelik operasyonun üzerinden yaklaşık 2 hafta geçti. Planladıkları cinayetler ve bombalı saldırılarla 2009'da askeri darbeye ortam hazırlamayı amaçlayan Ergenekon'un emekli Tuğgeneral Veli Küçük'ün de aralarında bulunduğu 14 elemanı tutuklandı. Operasyonda, kontr-gerillanın bir birimi olan bu yapılanmanın kimlerle bağlantılı olduğu, finans kaynakları, gerçekleştirdikleri eylemler ve içinde yer aldığı kirli ilişki ağı kısmen ortaya çıkarıldı. Ancak, kontr-gerillanın '1 Numarası' halen meçhul. Ergenekon'a yönelik operasyon talimatının da birim denetimden çıktığı için '1 Numara' tarafından verildiği kaydediliyor. '1 Numara' olduğu iddia edilen kişilerden bazılarının adları şöyle:

*Korgeneral Hasan Kundakçı: 1986-1988 yılları arasında Özel Harp Dairesi Başkanlığı, 1993-95 yılları arasında Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı yaptı. 1997'de emekliye ayrılan Kundakçı'nın adı birçok kez kontrgerilla bağlantılarıyla gündeme geldi. Kundakç, Veli Küçük'ün Kara Harp Okulu'ndan devre arkadaşı. Operasyonda tutuklanan Kuvayı Milliye Derneği Başkan Yardımcısı Hüseyin Görüm de, 1 Numara'nın Kundakçı olduğunu belirtmişti.

*Orgeneral Doğan Güreş: Genelkurmay Başkanlığı yaptı. Güreş'in görevi sırasında Bölge'de çok sayıda köy yakma, faili meçhul cinayet, bombalama, suikast gibi olaylar yaşandı. Güreş Susurluk sanığı MİT'çi Korkut Eken'in cezaevine girmesine tepki göstermişti.

*Orgeneral Necati Özgen: 1991-1995 yılları arasında Jandarma Bölge Asayiş Kolordu Komutanı olarak Bölge'de görev yaptı. Hakkında JİTEM'le ilgili iddiaların gündeme geldiği dönemde JİTEM tetikçisi Abdülkadir Aygan'la çekilen fotoğraflarıhafızalarda silinmeyen Özgen de Korkut Eken'i savunmuştu.

*Orgeneral Teoman Koman: MİT eski Müsteşarı ve Jandarma Genel Komutanlığı gibi önemli görevlerde bulundu. Koman, özellikle Susurluk olayıyla öne çıktı. Meclis Susurlurluk Olayını Araştırma Komisyonu'nda JİTEM ve çete bağlantıları nedeniyle dinlenilmesi istenen Koman, bu isteği reddettiği gibi, Veli Küçük'ün dinlenmesini de engelledi. Yeşil kod adlı JİTEM tetikçisi Mahmut Yıldırım ve Abdullah Çatlı'yla ilişkileri belgelenen Koman da Korkut Eken'in savunuculuğunu yapmıştı.

*Orgeneral Şener Eruygur: 2002-2004 yılları arasında Jandarma Genel Komutanlığı görevini üstlendi. Eruygur'un, görevde olduğu dönemde 'Sarıkız' ve 'Ayışığı' adıyla iki darbe planı hazırladığı ortaya çıktı.

*Orgeneral Yaşar Büyükanıt: Genelkurmay Başkanlığı görevini yürütüyor. Şemdinli'de suçüstü yakalanan JİTEM elemanı astsubayları 'iyi çocuklar' diye savundu ve 39 yıl ceza alan astsubayların serbest kalmalarını sağladı.

*Orgeneral İ. Hakkı Karadayı: 1994-1998 yılları arasında Genelkurmay Başkanlığı yaptı. Türkiye'nin gündemine oturan 28 Şubat sürecinin baş aktörlerinden olan Karadayı, JİTEM tarafından gerçekleştirilen birçok faili meçhul cinayetin de sorumlusu. Hasan Kundakçı'dan sonra '1 Numara' olarak adı sıkça gündeme gelen ikinci kişi.

Batıda faşist dernekler, Bölge'de JİTEM

--------------------------------------------------------------------------------



Temel sorunlarını çözemediği ve demokratikleşmesini başarıyla sağlayamadığı için, öteden beri, 'derin' siyasi çekişmelerin alanı haline gelen Türkiye'de sokak infazları, işkenceler, siyasi cinayetler, çetecilik de eksik olmuyor. AKP hükümeti ile ordunun savaş alanına çevirdiği Bölge'de 1990'lı yıllar boyunca terör estiren JİTEM ve benzeri organizasyonlar, aralıksız bir şekilde faaliyetlerini yoğunlaştırırken, batı illerinde ise başta Kürtler olmak üzere toplumsal farklılıklara karşı şekillendirilen faşist oluşumlar her geçen gün daha etkin hale getiriliyor. Bölge'de JİTEM faaliyetleri desteklenirken, daha önce deşifre edilen oluşumların ve gerçeklerin üstü örtülüyor. Batıda ise 'derin devlet', çete faaliyetleri, siyasi cinayetler ve bombalama eylemleriyle kendini 'derinden' hissettirirken, öte yandan dernek ve benzeri oluşumlar adı altında sivil örgütlenmelere gidiyor.

Faşizmin yeni okulları: Dernekler

Yörük köylerinde Kürtlere karşı propaganda yapan Vatansever Kuvvetler Güçbirliği Hareketi Derneği, silah ve Kuran üzerine yemin eden Kuvvayi Milliye Derneği, 'Kürt nüfus artışı durdurulsun' kampanyasıyla bilinen Türkçü Toplumcu Budun Derneği, Türk olmayanları ve bilhassa Kürtleri, 'kendilerini Türk hissetseler bile' üyeliğe kabul etmeyen İstanbul merkezli Elbirliği Derneği faaliyet gösteriyor.

'Kuvvayi milliye ruhunu canlandırmak', 'misyonerlerin ülkeyi bölmek amacıyla yaptıkları siyasi faaliyetleri karşısında halkı bilgilendirmek', 'milliyetçileri bir çatı altında toplamak' gibi amaçlar etrafında toplanan faşist-ırkçı dernekler bir yılda rekor sayıya ulaştı. 1998'de 'ulusalcı' bir dernek faaliyetteyken 2007 yılında bu sayı 75'e ulaştı. 2006 ve 2007 yılında toplam 31 'ulusalcı' dernek kuruldu. Bu derneklerin çoğu ise son iki yılda kuruldu. İlk olarak 1998'de Aydınlanma 1923 Hareketi adlı bir dernek kuruldu. 2001'de Yeniden Müdafaa-i Hukuk Hareketi Derneği kuruldu. 2003'te Vatanseverler Derneği ile Yurttaşlık Hareketi Derneği kuruldu. 2005 yılında sayıları 18'e ulaşan dernekler 2006'da rekor çoğalma yaşadı. 2006'da 26 faşist-ulusalcı dernek kurulurken, 2007'de bunlara beş tane daha eklendi.

Ordudan emekli olan ve 'derin devlet' çeteleriyle ilişkileri belirlenen birçok isim bu derneklerin yönetim ve kurucu kadroları arasında yer alıyor. Kürtlere karşı silah ve Kuran üzerine yemin ettiren Kuvvayi Milliye Derneği'nin başında emekli Albay Fikri Karadağ; özellikle Akdeniz bölgesinde Kürtlere karşı propaganda yapan, Danıştay saldırısı ve Hrant Dink cinayetlerindeki bağlantılarıyla gündemde uzun süre yer edinen Vatansever Kuvvetler Güçbirliği Hareketi Derneği'nin başında Bölge'de uzun yıllar görev yapan JİTEM kurucularından emekli Korgeneral Hasan Kundakçı; 'Kürt nüfus artışı durdurulsun' kampanyasıyla bilinen Türkçü Toplumcu Budun Derneği'nde birçok emekli asker; Türk olmayanları ve bilhassa Kürtleri, 'kendilerini Türk hissetseler bile' üyeliğe kabul etmeyen İstanbul merkezli Elbirliği Derneği'nin yönetim kadrosunda emekli askerler bulunuyor. Ayrıca, emekli askerlerden Aziz Ergen, Bülent Canyurt, Kuvva-i Milliye Derneği'nde, 12 Eylül döneminin Danışma Meclisi üyelerinden strateji uzmanı Ertuğrul Zekai Ökte, Oral Çelik ile ilişkisi olduğu belirtilen emekli Yarbay Nihat Demirel ve emekli Tümamiral İlker Güven Yeniden Müdafaa-i Hukuk Hareketi Derneği kurucularından, emekli Tuğgeneral Adanan Tanrıverdi ise Adaleti Savunanlar Derneği Başkanı.

Daha çok Ankara, İstanbul ve Mersin'de örgütlenen bu derneklerin çoğunu aynı kişiler kurmuş. Örneğin; Pınar Çınar, Kadir Kadıoğlu, Feridun Bal ve Serkan Acır adlı kişiler tarafından Ankara'nın değişik semtlerinde 2006'da kurulan 13 dernek şöyle: 'Eryaman Gençlik Hareketi Kültür ve Dayanışma Derneği, Yenimahalle Gençlik Hareketi Kültür ve Dayanışma Derneği, Sancak Gençlik Hareketi Kültür ve Dayanışma Derneği, Keçiören Gençlik Hareketi Kültür ve Dayanışma Derneği, Haymana Gençlik Hareketi Kültür ve Dayanışma Derneği, Büyük Gençlik Hareketi Kültür ve Dayanışma Derneği, Beypazarı Gençlik Hareketi Kültür ve Dayanışma Derneği, Yıldız Gençlik Hareketi Kültür ve Dayanışma Derneği, Sincan Gençlik Hareketi Kültür ve Dayanışma Derneği, Çankaya Gençlik Hareketi Kültür ve Dayanışma Derneği, Bahçelievler Gençlik Hareketi Kültür ve Dayanışma Derneği, Polatlı Gençlik Hareketi Kültür ve Dayanışma Derneği, Kızılay Gençlik Hareketi Kültür ve Dayanışma Derneği.'

İçişleri Bakanlığı, 'Türk, Milli, Cumhuriyet ve Atatürk' gibi kelimeleri kullanan dernek ve vakıflara kapatma cezasının uygulanacağını açıklamıştı. Ancak bu karar, yeni uygulanmaya konulduğundan 'milli' adı altında toplanan dernekler için geçerli değil. 'Milli' kelimesi en son emekli Orgeneral Hurşit Tolon'un ATO'da açılış konuşmasını yaptığı Yükseliş İktisadi ve Stratejik Araştırmalar Vakfı'nca oluşturulan Milli Uyanış ve Güçbirliği Platformu'nda kullanıldı.

VKGH Derneği

Eski MHP'li Taner Ünal'ın başkanlığını, emekli Korgeneral Hasan Kundakçı'nın onursal başkanlığını yaptığı Vatansever Kuvvetler Güçbirliği Hareketi Derneği (VKGH) 2005 yılında kuruldu. Emekli asker, polis, bürokratların içerisinde yer aldığı dernek, kısa sürede ülkenin pek çok yerinde, özellikle de Bölge illerinde 'terörle mücadelede güvenlik kuvvetlerine destek sağlamak' bahanesiyle Kürtlere karşı çalışmalar yürütmeye başladı. Derneğin adı ilk olarak 15 Nisan 2006'da Mersin'de yapılan 'bayrak yürüyüşüyle' duyuldu. 'Mersin Türk'tür Türk kalacak' sloganlarının atıldığı yürüyüşte, Ünal, Mersin'in 'Kürtçü feodal işgale' uğradığını savundu. Danıştay saldırısının tetikçisi Alparslan Arslan'ın üzerinden çıkan kart vizitle yeniden gündeme gelen VKGH, son olarak 12 Haziran'da İstanbul Ümraniye'deki bir gecekonduda ele geçirilen patlayıcılarla gündeme oturdu. Patlayıcılar nedeniyle tutuklanan ve Hrant Dink cinayeti ile Danıştay saldırısı sonrasında 'derin devlet' bağlantıları dolayısıyla gündemden düşmeyen emekli Yüzbaşı Muzaffer Tekin'in ifadesi üzerine dernek başkanı Taner Ünal ve arkadaşlarına yönelik operasyon başlatıldı. Ünal'la birlikte birçok emekli askerler de gözaltına alındı. Ünal'ın da aralarında bulunduğu 18 kişiden 12'si tutuklandı. Ümraniye operasyonu sonrasında 'derin devlet' bağlantılı çetelerin 'bir numaralısı' olarak gündeme gelen derneğin onursal başkanı Kundakçı'nın geçmişine bakıldığında derneğin faaliyetleri hakkında daha iyi bir fikir sahibi olunur. Kundakçı, 1986-1988 yılları arasında Özel Harp Dairesi Başkanlığı, 1993-95 yılları arasında Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı görevlerinde bulundu. Kundakçı, Bölge'de görev yaptığı sırada Doğan Güreş ekibinin önemli isimleri arasındaydı ve köylülere dışkı yedirmek gibi unutulmayan uygulamalara imza attı. 1997'de emekliye ayrılan Kundakçı'nın adı birçok kez JİTEM bağlantılarıyla gündeme geldi. Kundakçı, Susurlukçu Korkut Eken'i savunan generaller ekibindeydi.

Kuvayı Milliye Derneği

Emekli Kurmay Albay Fikri Karadağ'ın VKGH'dan ayrılarak kurduğu Kuvayı Milliye Derneği, 9 Şubat 2007'de Mersin'de düzenlenen yemin töreniyle Türkiye'nin gündemine oturdu. Mersin'de düzenlenen yemin töreninde Karadağ, dernek üyelerine 'Türk anadan ve babadan doğmuş, soyunda dönme olmayan Türk oğlu Türk'üm ben' diyerek silah, bayrak ve Kuran üzerinde Kürtleri öldürme yemini ettiriyordu. Bu görüntülerin basına sızması üzerine İstanbul Valiliği, Kuvayı Milliye Derneği'nin Başkanı emekli Albay Fikri Karadağ ve 7 dernek yöneticisi hakkında, 'suç işlemek amacıyla örgüt kurmak, suç işlemeye tahrik ve halkı kin ve düşmanlığa teşvik etmek' suçlarından suç duyurusunda bulundu. Derneğe yapılan baskında ele geçirilen CD'lerde ise Orhan Pamuk'un dernek tarafından 'hain' ilan edilerek hedef alındığı ortaya çıktı. Fikri Karadağ'ın, son olarak JİTEM kurucusu, Susurluk'un kilit isimlerinden ve Danıştay saldırısı ile Dink cinayetiyle bağlantıları belirlenen emekli Tümgeneral Veli Küçük ile yan yana çekilmiş fotoğrafları ortaya çıktı.

Ayrıca, Kuvayı Milliye Derneği'nin gençlere silah eğitimi verdiği ve Derneğin Teşkilat Başkanı Hüseyin Görüm'ün Danıştay tetikçisi Alparslan Arslan'la ilişkili olduğu belirlendi. Bu durum, ayrı ayrı adlar altında örgütlenseler bile, kurulan derneklerin ve ortaya çıkan çete ilişkilerinin birbirleriyle bağlantılı olduğunu gözler önüne seriyor. Danıştay saldırısı, Hrant Dink cinayeti ve 12 Haziran 2007'deki Ümraniye operasyonunda adı geçen emekli Yüzbaşı Muzaffer Tekin ele alındığında bu durum daha net bir şekilde görülebilir. Tekin'in, Ümraniye operasyonu sonrasında ele geçirilen cephane sahipleri emekli askerler Fikret Emek ve Oktay Yıldırım'la, Türk İntikam Tugayı (TİT) kurucusu ve Akın Birdal Suikasti azmettiricisi Semih Tufan Gülaltay'la, Danıştay saldırısı tetikçisi Alparslan Arslan'la, emekli Albay Fikri Karadağ'la, Hüseyin Görüm ile emekli Albay Zekeriya Öztürk'le, Gülaltay'ın partisi UBP'nin kurucu üyelerinden Savaşhan Tosunoğlu'yla ilişkileri tek tek ortaya çıktı. En önemlisi Tekin'in JİTEM kurucusu Susurlukçu emekli Tümgeneral Veli Küçük'le ilişkisi defalarca belgelendi. Susurluk'un kilit isimlerinden olan Küçük'ün Danıştay tetikçisi Arslan'la ilişkisi fotoğraflarla belgelendi, Dink cinayetine adı karıştı. Ortaya çıkan gelişmeler üzerine, Ümraniye operasyonu ve sonrasında Tekin'le bağlantılı ilişkiler ağıyla ilgili yürütülen soruşturma Danıştay dosyasına dahil edildi. Bütün bu ilişkiler ağı, 'derin' bir organizasyonu işaret ediyor. Susurluk'tan beri zaman zaman kamuoyuna yansıyan, ancak bir süre sonra üstü bir şekilde örtülebilen bu organizasyonun kilit isimlerinin ise, Veli Küçük, Fikri Karadağ, Şener Eruygur, Muzaffer Tekin gibi eski askerler olduğu kaydediliyor.

Elbirliği Derneği

Kürtlere karşı ırkçı bir yapılanma olan Elbirliği Derneği (ED), İstanbul'da kuruldu. Derneğin Tarsus ve Kırşehir'de de birer şubesi bulunuyor. Irkçı faaliyetleriyle gündeme gelen Avukat Kemal Kerinçsiz'in eski sözcüsü Hakan Yeniay'ın başkanlığını yaptığı derneğin amacı, 'Türk gençliğine milli terbiyeyi aşılamak, binlerce yıllık Türk töresini yaşatmak' olarak açıklanıyor. Dernek, İlteriş Türkçüler Derneği'nin öncülük ettiği ve 'derin devlet' bağlantılı uyuşturucu mafya lideri ve ülkücü Sedat Peker'in destek verdiği '1. Türkçüler Kurultayı'yla adını duyurdu.

Türkçü Toplumcu Budun Derneği

İzmir'de kurulan Türkçü Toplumcu Budun Derneği (TTBD), Türkleri 'üstün' sayıyor. Türk olmayanların üniversiteye gitmemesi ve mülk edinmemesi görüşünü savunan dernek, 'Kürt nüfus artışının da durdurulması gerektiğini' düşünüyor. Kürtlere karşı ırkçılık yapan dernek, Atatürk'ü 'Başbuğ' olarak kabul ediyor ve dernek üyeleri, kendilerine 'soycu' diyorlar. Dünyadaki en 'soylu' insanların Türkler olduğunu savunan dernek üyeleri, 'Bir Türk'le, bir Kürt'ün çocuğu 'etnik özürlü' olur. Bu ailenin kanı, beş nesil boyunca Türklerle evlenirse temizlenebilir. Aşağı ırkın tek işlevi üstün ırkı eğlendirmektir' düşüncesini savunuyor. Derneğin başkanlığını ise eski MHP'li Cenk Tozkoparan yapıyor. Tozkoparan, İzmir'de başlattığı 'Kürt Nüfus Artışı Durdurulsun' kampanyasıyla tanınıyor. Merkezi İzmir'de olan TTBD'nin İstanbul, Ankara, Adana ve Mersin gibi illerde temsilcileri var.

Kuvva-i Milliye Derneği

Avukat Kemal Kerinçsiz'in başında bulunduğu Büyük Hukukçular Birliği ile birlikte mahkemelerin önündeki eylemleri düzenleyen Milli Güç Platformu'nun (MGP) sözcülüğünü yapan Bekir Öztürk tarafından kurulan Kuvva-i Milliye Derneği'nin adı, 12 Haziran'daki Ümraniye operasyonu sonrasında tutuklanan emekli Astsubay Oktay Yıldırım'la birlikte gündeme geldi. Öztürk'ün Kerinçsiz ile yollarını ayırdıktan sonra kurduğu derneğin Yönetim Kurulu üyeliğini ve basın sözcülüğünü ise emekli Kurmay Kıdemli Albay Aziz Ergen yürütüyor. Ümraniye operasyonu sonrasında Muzaffer Tekin ve Oktay Yıldırım'la ilişkisi bulunduğu gerekçesiyle Öztürk gözaltına alındı. Öztürk'ün bilgisayarında Ermeni Patriği Mutafyan, Fener Patriği Bartholomeos ve işveren İshak Alaton'un öldürülme planları çıkmıştı.

Atatürkçü Düşünce Derneği

Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD), 19 Mayıs 1989'da 'Mustafa Kemal'in devrim ve ilkelerinin sürdürülmesi ve toplumun tüm kesimine hakim kılınması' amacıyla kuruldu. Derneğin genel başkanlığını emekli Orgeneral Şener Eruygur, genel başkan yardımcılığını ise Nur Serter yapıyor. AKP'ye ve Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmesine karşı olan dernek, seçimler öncesinde Ankara, İzmir ve İstanbul'da düzenlediği mitinglerle gündeme geldi. 30 Nisan 2007'de İstanbul Çağlayan'da düzenlenen 'laiklik' mitinginde derneğin Genel Başkanı Şener Eruygur'un, Hrant Dink cinayetinde 'büyük abi' olarak adı geçen JİTEM kurucusu Veli Küçük'le yakınlığıyla tanınan, Danıştay saldırısında adı geçen ve Ümraniye'deki cephanelik ev soruşturmasından tutuklanan emekli Yüzbaşı Muzaffer Tekin'le sohbet etmesi ve Tekin'in Eruygur'un elini öpmesi dikkat çekmişti. Eruygur, 2002-2004 yılları arasında Jandarma Genel Komutanlığı görevini üstlendi. Bu dönemde adı oldukça önemli siyasi gelişmelere karıştı. Eruygur'un, görevde olduğu dönemde bakan, vekil ve bürokratları fişlediği ve 2 darbe girişiminde bulunduğu ortaya çıktı. 'Sarıkız' ve 'Ayışığı' adıyla hazırlanan iki darbe planının kuvvet komutanlarından destek bulduğu, ancak dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök tarafından desteklenmediği açığa çıkmıştı.

Batıda faşist dernekler, Bölge'de JİTEM egemen

Temel sorunlarını çözemediği ve demokratikleşmesini başarıyla sağlayamadığı için, Türkiye, öteden beri, 'derin' siyasi çekişmelerin alanı olageldi. Toplumun demokratikleşme taleplerine, 'derinlerde' karşılık verildi. Toplumsal çatışmalar, sokak infazları, faili meçhul cinayetler, çeteler... Bu olaylar ve bu olayları birbirine bağlayan ilişkiler yumağı, 1960'dan beri Türkiye'nin gündeminden düşmedi. Çünkü bu aynı zamanda bir rejim ve iktidar sorunuydu. Halkın demokratik taleplerine göre bir rejim mi, iktidar heveslerine göre toplumu şekillendirmeye çalışan 'derin devlet' rejimi mi? Ya da günümüzde bağlantılarıyla ispatlandığı gibi, aslında 'derinlerde' olmayan, hakim rejimin kendisi mi?

Türkiye'deki gelişmelere bakıldığında toplumsal ve siyasal örgütlenmelerin nerede durduğu açık bir şekilde görülüyor. Bu örgütlenmelerin kendisi de, ister 'derin devlet' deyin, ister 'hakim rejimin kendisi', iktidarı ve iktidar bağlantılarını net bir şekilde ortaya koyuyor. Kürtlere ve farklı toplumsal kimliklere karşı faşist dalga iyiden iyiye tırmandırılıyor. Toplumsal karşıtlık, savaş ve ırkçı politikalarla derinleştiriliyor. Bunun için izlenen politika ise oldukça dikkat çekici bir şekilde biçimlendiriliyor.

AKP hükümeti ile ordunun savaş alanına çevirdiği Bölge'de 1990'lı yıllar boyunca terör estiren JİTEM ve benzeri organizasyonlar, aralıksız bir şekilde faaliyetlerini yoğunlaştırırken, batı illerinde ise başta Kürtler olmak üzere toplumsal farklılıklara karşı şekillendirilen faşist oluşumlar her geçen gün daha etkin hale getiriliyor. Bölge'deki JİTEM faaliyetleri desteklenirken, daha önce deşifre edilen oluşumların ve gerçeklerin üstü ise örtülüyor. 'Derin devlet' oluşumları batıda, bir yandan çete faaliyetleri, siyasi cinayetler ve bombalama eylemleriyle kendini 'derinden' hissettirirken, öte yandan dernek ve benzeri oluşumlar üzerinden sivil örgütlenmelere gidiyor. Devletin önemli kademelerinde yuvalanarak güç oluşturan, yaptıkları eylemlerle gündem ve siyasi rotayı belirleyebilen, her siyasi iktidarın üstüne gideceğiz deyip hiçbir zaman dokunmadığı, hatta yer yer hükümet ve ordu yetkilileri tarafından açıktan savunulan 'derin devlet' çeteleri her geçen güçleniyor. Son iki yılda Türkiye'nin gündemini belirleyen Şemdinli olayı, Danıştay saldırısı, Hrant Dink cinayeti, Ankara, İstanbul ve Diyarbakır gibi önemli merkezlerde görülen patlamalar ve bütün bu gelişmelerle sürekli gündeme gelen dernekler, ulaşılan düzeyi gözler önüne seriyor.



ozgurgündem.org
SEVGİ ÇAĞLAYAN
  
 
  mahirlerinmirascisi-----umutuluş
 

--------------------------------------------------------------------------------

Benim Yaşadığım Bölgedede Çok Faşist Dernek Var.Ve Bu derneklerin Birçok sempatizanı var Maalesef.Ama Çoğu Okumamış , Görmemiş İnsanlar.Eğitim Şart.
__________________

Tek Vatan DÜNYA'DIR !

Çürük Malın Ucuz BEKÇİLERİ

--------------------------------------------------------------------------------

 
  06 NİSAN 2008 DEN BUGÜNE 24436 ziyaretçi (50774 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol