SOSYALİZMKAZANACAK MY RC WORLD ip-numaram.com IP adresi

https://img.webme.com/pic/n/naazimca/yesil.jpg
   
  CAMFROG SOSYALİZMKAZANACAK KANALI
  BUNLARI BİLİYORMUYUZ
 
          Sosyalizm Nedir?

              Sosyalizme inananlar, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kamu mülkiyetine geçmesi ile tüm sorunların çözümleneceğini iddia etmiyorlar. Sosyalizm, ne şeytanları meleğe dönüştürecek, ne de cenneti yeryüzüne indirecektir. iddia edilen şey, sosyalizmin kapitalizmin büyük kötülüklerine çare bulacağı, sömürüyü, sefaleti, güvensizliği, savaşı ortadan kaldıracağı ve insanlar için daha büyük bir refah ve mutluluğun kapılarını açacağıdır.
               Sosyalizm, kapitalizmin yırtıklarınını yamanarak düzeltilmesi değildir. Sosyalizm, devrimci bir değişme, toplumun büsbütün farklı bir çizgide yeniden kurulması demektir.
Bireysel kar için bireysel çaba yerine, ortaklaşa yarar için ortaklaşa çaba olacaktır.
Kumaş, para kazanmak için değil, insanlara giysi sağlamak için yapılacaktır, bütün öteki mallar da öyle.

Kullanım için yapılacak planlı üretimin, herkese, her zaman iş sağlayacağı bilinmesi ile, insanların içindeki ekonomik depresyon, işsizlik, yoksulluk ve güvensizlik duygusu kaybolacak, bunun yerini beşikten mezara kadar ekonomik güvenlik duygusu alacaktır.

Kar peşinde koşanların, fazla mallarını satabilecek ve fazla sermayelerini yatırabilecek dış pazar avcılığından doğan emperyalist savaşlar son bulacaktır, çünkü artık ne fazla mal ne de fazla sermaye olacak, ne de gözünü kar hırsı bürmüş sermayeciler. gerçi ben "dış" kelimesine tamamen karşıyım zaten. Dünyada ülkelerden değil de tek bir ülkeden bahsetmek gerektiğine inanıyorum.


Üretim araçları özel ellerde olmadığı için toplum, artık işverenler ve işçiler diye sınıflara bölünmeyecektir. bir insan başkasını sömürmeyecek, onun emeğinden kar sağlamayacaktır.

Kısacası, ülke bir avuç insanın malı olmaktan çıkacak ve bütün halkın malı olacaktır ve 0 halk tarafından yönetilecektir.

Şimdiye kadar Sosyalizmin ancak bir yanını, ülkenin halkın malı oluşunu yani üretim araçlarının kamunun mülkiyetinde bulunmasını ele aldık. Şimdi tanımın ikinci kısmına gelelim; ülkenin yada üretim araçlarının "halk yararına halk tarafından yönetilmesi" kısmına. bu nasıl başarılacaktır. Bu sorunun karşılığı, merkezi planlama iledir. Üretim araçlarının kamu mülkiyetinde olması, sosyalizmin nasıl bir temel özelliği ise merkezi planlama da öyledir.

Bütün ülke için merkezi planlamanın güç bir iş olduğu besbellidir. Bu, o denli güç bir iştir ki, kapitalist ülkelerdeki pek çok kimse [özellikle üretim araçlarını ellerinde bulunduranlar ve kapitalizmi mümkün olan düzenlerin en iyisi sayanlar] bu merkezi planlamanın yürümeyeceğinden çok emindirler. Onlara göre, "bir avuç insan, bütün halkın faaliyetlerini başarılı bir biçimde planlamak, yönetmek ve hızlandırmak için gerekli bilgiye, görüş gücüne ve kavrayışa sahip olamaz.."

Pekala, merkezi planlama mümkün değil midir gerçekten? 1928 yılında öyle bir şey oldu ki, planlama sorunu bir tahmin işi olmaktan çıktı ve ayağı yerde bir konu halini aldı. 1928 yılında SSCB ilk 5 yıllık planını yaptı ve ardından ikincisi ve üçüncüsü geldi, hem de başarıyla tamamlandı. Daha sonraki yıllarda II. Dünya Savaşı ve SSCB'nin yanlış politika izlemesi ve başka nedenlerden dolayı Sovyet Sosyalizmi pek başarılı bir yol izleyemedi. ABD ile rekabete girmeye çalışması, bütçenin yarısının askeriyeye ve savunmaya harcanması, fabrikalarda eski teknolojilerin kullanılmaya devam edilmesi, tarıma yeteri önem verilmemesi, ağır sanayiye çok önem verilirken tüketim maddeleri sanayisine fazla önem verilmemesi, ve hepsinden önemlisi kendi kendine yetme politikasını izlemek istemesi sebebiyle Sovyet Sosyalizmi başarılı olamadı ve 90larda yıkıldı. SSCB'nin yıkılmasında yukarıda söylediğim faktörlerin hepsinin etkisi olmuştur ama dediğim gibi en önemlisi kendi kendine yetme politikasını izlemesi olmuştur. Böylece kendini dışarıya kapamış, teknoloji ve bilgiyi içeriye transfer edememiş, gerekli hammaddeleri temin edememiştir. Benim her zaman dediğim gibi, Sosyalizm ülke çapında gerçekleştirilecek bir iş değildir, gerçekleşse bile bu gerçekten çok zor olacaktır. Ancak ABD gibi zengin topraklara sahip bir ülke tek başına Sosyalizme geçerse belki başarılı olabilir. Ama yine de dünya çapında bir Sosyalizm büyük insan kitlelerinin mutluluğunu getirecektir. Kapitalizm nasıl dünya çapında bir sistemse ve " sözde başarılıysa (sermaye sahiplerine göre) " Sosyalizm de Dünya çapında gerçekleşirse başarıya ulaşılacaktır.

Sovyetlerin bu işi yaptığını söyledik, kalabalık bir ülkede 1928lerin teknolojisiyle bu işi gerçekleştirdiler. Peki bunu nasıl yaptılar? Öncelikle planın bir amacı olmalıdır. Kapitalist toplumda tüm teşebbüslerin amacı, sahiplerine yada ortaklarına maddi kar ve kazanç sağlamaktır. Sosyalizmde ise amaç tamamen farklıdır. Kar sağlayacak ne mal sahibi, ne de ortak vardır. Maddi kar ve kazanç düşüncesi diye bir şey yoktur. Hedef alınan tek amaç, uzun vadede, bütün toplumun azami refahı ve güvenliğidir. Tabi aslında amaçtan daha önemli olan şey amaca ulaşmanın yöntemidir. Bilmek istediğimiz şey, istenilen hedefe ulaşmak için ne gibi bir politikanın benimsenmesidir. Bu iş SSCB'de Devlet Planlama Teşkilatının (Gosplan) işidir. kimin, neyin, nerede ve nasıl olduğu, yani her şey bu kurul tarafından saptanır. Ülkenin doğal kaynakları nedir? Ne kadar çalışabilir işçi vardır? Ne türde kaç fabrika, maden ocağı, iş yeri, çiftlik vardır ve bunlar nerelerdedir? Geçen yılki üretimleri nedir? Ek malzeme, hammadde ve işçi verilirse üretimleri ne olur? Daha fazla demiryoluna ve limana ihtiyaç var mıdır? Bunlar nerelerde yapılmalıdır? eldeki olanaklar nelerdir? Nelere gereksinme vardır? SSCB'nin geniş toprakları üzerindeki her kurumdan ve her kuruluştan, her fabrikadan, çiftilkten, okuldan, tiyatro ve sanat merkezlerinden v.s'den şu sorulara yanıtlar istenir. Geçen yıl ne yaptınız, bu yıl ne yapıyorsunuz, önümüzdeki yılki tahmininiz nedir? Ne gibi yardıma ihtiyacınız var, ve başka yüzlerce soru. Bütün bu bilgiler, Gosplan'ın bürolarına akar ve orada uzmanlarca toplanır, düzene sokulur, yoğrulur. O zamanki haliyle, dünyanın en iyi donatılmış ve en geniş daimi istatiksi araştırma merkezidir. Şimdi internet denen bir olay da var, Network ağları var, verilerin akması ve planlama işi çok daha kolaylaşacak, üstelik kaliteli bilgisayarlarla ülkenin/dünyanın dört bir yanından gelen veriler çok hızlı şekilde işlenebilir.

Planlama süreci kısaca şöyledir;

Gosplan'a bilgi akar

Taslak plan yapılır

Bu plan hükümete sunulur

Beğenilirse onaylanır, beğenilmezse öneriler yapılır ve Gosplan'a geri gönderilerek değiştirmeler yapılır.

Daha sonra bu plan halka sunulur. [işte size gerçek demokrasi, plan halk tarafından da onaylanmalı, onaylanmazsa düzeltiliyor, giriş bölümünde dediğim gibi, herkes Internete sahip olursa, bu planın halk tarafından onaylanması çok daha kolaylaşır.]

Halk da önerilerini sunar ve plana son hali verilir.

Son olarak tekrar hükümete gider, beğenilirse SSCB yüksek Sovyet'ine gider ve uygulanmaya konur.

Görüldüğü gibi, erişelecek hedefin planı, tepeden inme değildir. planda işçiler ve köylüler de dahil tüm halkın da sesi yer alır.

Bu arada şunu belirteyim ki, 1929 yılındaki ekonomik bunalımına çoğu zaman bir dünya ekonomik bunalımı denir. Üretim felce uğraması ve onunla birlikte gelen işsizlik ve halk kitlelerinin sefaleri, tek bir ülke dışında dünyanın her tarafına bulaşıcı bir hastalık gibi yayıldı. SSCB'nin sınırlarına dayandığı halde burda durmak zorunda kaldı. Ruslar, Sosyalist planlı ekonominin ördüğü setlerin arkasından güvenlik içindeydiler. Çünkü her şeyi planlamışlardı ve benim eleştirdiğim dışa kapanması nedeniyle dıştan gelen bu etkiye karşı koymuştu. Gerçi dışa açık olsaydı da fazla etkilenmeyeceğinden eminim.




Enternasyonalizmden Ne Anlaşılmalıdır?

Enternasyonalizm en basit ifadeyle nasyonalizmin, yani milliyetçiliğin zıddıdır. Onu şu ya da bu biçimde milliyetçilikle bağdaştırma yolunda atılmadık takla kalmadıysa da gerçekte bu iki şey birbirine taban tabana zıttır. Enternasyonalizm dediğimiz zaman bizim anladığımız işçi sınıfı enternasyonalizmidir. İşçi sınıfı tüm dünya üzerinde çıkarları ortak olan evrensel bir sınıftır ve varlığı ve mücadelesinin özü enternasyonalisttir. İşçi sınıfı enternasyonalizmi, her ülkedeki işçi sınıfının en başta kendi ülkesindeki egemen sınıf olmak üzere tüm dünya burjuvazisine karşı ortak mücadelede kendisini daima tek bir dünya işçi sınıfı ordusunun parçası olarak görmesidir. Ve bunun da en yüksek ifadesi, diğer ülkelerdeki sınıf kardeşleriyle birlikte uluslararası düzeyde örgütlenmesidir. Bu nedenle işçi sınıfı enternasyonalizmi, halkların kardeşliğinden söz etmekten, uluslararası dayanışma çağrıları yapmaktan ya da hatta ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımaktan daha fazlasını ifade eder. Bir ülkenin işçileri başka bir ülkenin işçilerine karşı kendi ülkesinin burjuvalarıyla hangi şekilde olursa olsun işbirliği ya da ittifak yapıyorsa, bu işçiler enternasyonalizm ilkesine aykırı davranıyorlar demektir.

Öte yandan enternasyonalizm, işçi sınıfı açısından, olmasa da olur kabilinden bir süs, ya da tali bir sorun veyahut keyfi bir tercih değil, nesnel temeli olan bir zorunluluktur, vazgeçilmez bir ilkedir. Tüm tarihsel deneyimin kanıtladığı gibi, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesi, ancak ve ancak enternasyonalizm ülküsüne bağlı kaldığı ölçüde başarı elde etmiştir.


fasizm nedir?

Faşizm de emperyalizm gibi bir sistemdir. Faşizm iki türlü olur: Sanayii devrimini yapan ülke faşizmi, yarı yolda kalmış ülke faşizmi. Sanayii devrimini gecikerek de yapmış olsa, sanayii devrimini yapmış ülke faşizminin klasik örnekleri, Mussolini İtalyası ve Hitler Almanyası faşizmleridir. Sanayii devrimini yapmamış, yarı yolda kalan ülke faşizmlerinin sayısız örnekleri vardır.

Bilindiği gibi kapitalizm, eşit olmayan gelişim süreçlerini izler. Batı Avrupa’da en son endüstri devrimini yapan ülkeler, Almanya ve İtalya’dır. Birinci derecede Almanya, ikinci derecede İtalya sanayii devrimini yaparken ve emperyalizm dönemlerine girerken dünya hammadde pazarlarının paylaşılmış bulunduğunu hayretle gördüler. Yeryüzünü büyütmek olanaksız olduğuna göre, dünyayı daha önce paylaşmış bulunan ülkelerle boğuşarak hesaplaşmak ve onlardan pazar koparmak gerekirdi. İşte Birinci ve İkinci Dünya savaşları böyle olmuştur. Bunlara Japon militarizmini de eklemek gerekir.

Geri bıraktırılmış ülke ya da yarı yolda kalmış ülke faşizmlerine gelince: Bunlar, kapitalistleşme sürecinde bulunan ülkelerdir. Bu ülkelerin dünya pazarlarında rekabet edecekgüçleri olmadığı için içte, çifte, püsküllü ve çileli bir sömürüye yönelirler. Bunların parolaları “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” propagandası ve ajitasyonudur. Bu sömürüyü sürdürmek için de diktatöryaya, çoğunlukla askeri diktatoryaya başvururlar.

Nüans farkları biryana bırakılırsa günümüzde ve geçmişe uzanan yarım yüzyıllık süre içinde yeralan geri bıraktırılmış ülke rejimleri bu kategoride yeralır. Geri bıraktırılmış bu üklerin amacı, sadece iç sömürüye dayanarak burjuva sınıflarını yaratmaktır. Acaba şimdiye kadar bu ülkelerden biri veya birkaçı bu yolda başarı elde etmişler midir? Ne yazık ki, ortada başarı gösteren bir tek ülke bile gösterilemez. Bu da normal bir şeydir. Çünkü emperyalizme bağımlı geri bıraktırılmış ülkelerin saniyeleşemeyecekleri sosyal bilim alanında matematik kesinlikle ispatlanmış bulunmaktadır. Zira pazar paylaşması çoktan oldu-bitti haline gelmiştir. Bu bağımlı ülkelerin sanayii güçleri yitip daha önce pazar kapmış emperyalist güçlerle pazar rekabeti, pazar savaşı yapamayacakları içindir ki, emperyalizme bağımlı hale gelmişlerdir. O halde bu, emperyalizme bağımlı geri bıraktırılmış ülkelerin ekonomilerini geliştirme insiyatifleri tamamen emperyalist güçlerin takdir yetkilerine bağlanmış bulunmaktadır. Bu da montajcılık vb. gibi işlemlerdir. O halde emperyalizme bağımlı yarı yolda kalmış ülke yöneticilerinin bütün kalkınma laf ve edebiyatı halkları aldatmaya yönelik hareketler olmaktan başka hiçbir şey ifade etmez.

Geri bıraktırılmış ülkeler topluluğunun ikinci bölümü olan politik bakımdan bağımsız ve kendilerine günümüzde üçüncü dünya ülkeleri denen gruba gelince: Bunlar her ne kadar politik olarak emperyalizmden kopmuşlarsa da ekonomik bakımından hala emperyalizme bağlıdır. Bunlar, kapitalist ve sosyalist sistem arasında yalpa yapan, gidip gelen, birine yaklaşıp öbüründen uzaklaşan,daha önce uzaklaştığı ülkeye tekrar yaklaşan, yine daha önce yaklaştığı ülkeden uzaklaşan, gezgin, kaygan adeta ip üzerinde oynayan cambazlara benzerler. Politik bakımdan bağımsız, ekonomik bakımdan bağımlı, fakat ekonomik bağımlılıktan da kurtulmak isteyen bu ülkeler eninde sonunda gene emperyalist sistemle bütünleşirler. Elli altmış yıldan beri verilen örnekler bu yöndedir. Bu da doğaldır: Zira burjuvazinin sosyalizmi kuramayacağı bilimsel bir gerçektir.

Bilimsel sosyalizm literatürünün ve işçi hareketinin doğması ile burjuva bilim ve pratiği bilim açısından mahkum edilip boynuna ölüm fermanı astırılmıştır. Batı burjuva sistemi, burjuva kapitalist sistemi mahkum edilince Asya’da, Latin Amerika’da, Orta-Doğu’da ve Afrika’da burjuva demokratik devrimler başlamıştır. Elli altmış yıllık süre içerisinde bu yeni demokratik devrimler gerçi emperyalist sisteme büyük darbeler indirmiş ve indirmekteyse de günümüzde bu hareketlerin manevra kaabiliyetleri son derece daralmış ve sınırlandırılmıştır. Adı geçen bu hareketler iki sistem içerisinde sıkışıp kalmışlardır. Sosyalizmin etkisi ile burjuva yöneticiler sağa, gerçek devrim sahipleri olan işçi ve emekçi yağınlar da uyanıp sola eğilmektedirler. Bu tip yönetimler de denge tutturmak için içeride faşizme başvurmaktadırlar.

Uzun zamanlar, ulusal kurtuluş hareketleri tozu dumana katara dünya kamuoyunda sanki tek devrimci güçmüş gibi bir görüntü kazandılarsa da günümüzde bu renkli imaj yavaş yavaş aralanmaktadır. Şimdilerde sosyalist sistem ve bu sisteme yönelik işçi sınıfı önderliğindeki burjuva demokratik devrim hareketleri ağırlık kazanmaktadır artık. Bu nevi hareketler, politik yönden bağımsız olan ülkeleri sağa kaydırmaktadır. Gerçi, bazı yerlerde sağcı yönetimler sola açılır görünmekte iseler de bu, bir görüntüdür ve iç ve dış koşulların zorladığı geçici bir durumdur. Yukarıda değindiğim gibi sola kaymanın gerek garantisi emekçi halk yığınlarının dış etkilerden de esinlenereke uyanmaları ve sola doğru harekete geçmeleridir...

Geçmişte nasıl Batı’daki burjuva demokratik devrimleri bilimnsel sosyalizmin ve işçi hareketlerinin doğması ile mahkum edilmiş, 1917’den itibaren çöküntüye başlamış ve ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyalist ülkelerin bir topluluk bir kamp oluşturması ile emperyalizm tam çöküntü safhasına girmiş ve günümüzde Güney Doğu Asya’daki çarpıcı hareketlerle emperyalizmin bir canavar gibi deri yüzülmesi sahasına gelmişse, artık ulusal kurtuluş hareketlerinin burjuva önderliği de bu tarihsel seyir içinde manevra yeteneğini gittikçe yitirmektedir. Doğaldır ki, yukarıda çizdiğim sosyalizm grafiği önce ulusal kurtuluş hareketlerinin manevra alanını genişletmiş daha sonra bu alanı daratlmaya başlamıştır. 20. yüzyılın başında Avrupa dışında başlayan ikinci nevi burjuva demokratik devrim hareketleri de birincileri gibi mahkumiyete doğru yön almaktadırlar. Hiç değilse bu hareketlerin burjuva önderliği mahkum olmak üzeredir. Dünya’da sosyalizme doğru esen devrimci fırtına yer yüzünde kamplaşmayı hızlandıracak, üretim güçleri gelişkin geri bıraktırılmış ülkelerde sola, üretim ilişkileri gelişkin olmayan geri bıraktırılmış ülkelerde de sağa kaymalar baş gösterecektir.

Demek oluyor ki, faşizm de bir dünya sistemidir ve dünyanın devrimci gelişmesi ile faşizm de emperyalizm gibi tarihin çöp sepetine atılacaktır. Gerçi geri bıraktırılmış ülkeler faşizmi ilk zamanlarda feodal unsurlar üzerinde de bir terör estirmektelerse de bundan en çok sosyalistler ve emekçi halk yığınları zarar görür. Çünkü, Avrupa’da ilk zamanlar bu terör feodaller üzerinde estirilmiş ise de, sonraları baskılar işçi sınıfına, sosyalistlere ve emekçi halk yığınlarına yöneltilmiştir. Emperyalizmle mücadele eden geri bıraktırılmış ülkelerin hemen hemen hepsi içte anti-sosyalisttirler ve faşizmin uygulayıcılarıdırlar. Sosyalist ülkeler, henüz sosyalist sistemin zayıfı olduğu dönemlerde bu durumlara göz yumuyorlardı. Bundan böyle geri bıraktırılmış ülkelerin emperyalizme karşı mücadele bahanesi ile emekçiler ve sosyalistler üzerinde faşizmi ve ezdikleri küçük halklar üzerinde şövenizmi artık rahatlıkla uygulayamayacaklardır. Çünkü, baskıdan kurtulmak isteyen bir ulusun emekçiler ve sosyalistler üzerinde baskı kurması meşru ve mantıksal değildir. Gene baskıdan kurtulmak isteyen geri bıraktırılmış küçük bir ulusun aynı ülkedeki başka bir veya birkaç geri bıraktırılmış ulus üzerinde de baskı ve terör estirmesi onu boyunduruk altına alması asla meşru bir tutum değildir.

Emperyalizme bağımlı hale getirilmiş bir ulusun bu sözü geçen sınıf, tabaka ve halklar üzerinde baskı ve terör yöntemi uygulaması öncelikle meşru değildir. Çünkü, bunun elinde emperyalizmle mücadele paravanası ve bahanesi de yoktur.

Anti-emperyalist mücadele veren ve çoğu da kendi içinde başka ulusları ezen geri bıraktırılmış hiç bir ülke bu ana kadar sosyalizme geçememiş, çoğu dönüp dolaşıp emperyalizmin kucağına tekrar yuvarlanmıştır. Burjuva önderliğinde anti-emperyalist demokratik mücadele veren geri bıraktırılmış ülkelerin sosyalizme geçişlerinin tek örneği Küba’dır. Bu konunun işlenmesini de başka yazılara bırakmak gerekiyor.

Kapitalizm Nedir?
Sınıf mücadelesi

Kapitalist toplumda iki sınıf vardır;

1-] Çalışmadan yaşayabilen asalaklar, yani sermaye sahipleri

2-] Çok çalıştığı halde karnını ancak doyuran alt sınıf veya biraz daha iyi durumda olan
yöneticiler gibi orta sınıf insanlar (sonuçta hepsi işçi sınıfı)

Şimdi diyeceksiniz ki, sermaye sahipleri de bişiler yapıyor, size sadece bi rakam vericem, sanayi sektöründeki ilk 500 şirketin karlarının ƒ'ü üretim dışı gelirlerden yani repodan, ranttan, faizden v.s'den geliyor. yani adam kıçını devirip otursa bile, hiç üretim yapmasa bile bu parayı kazanacak, neden çünkü adamın parası var, neden parası var, çünkü babasından kaldı, babasına nerden kaldı, ona da babasından kaldı, daha da gerilere gidersek, bir arazinin etrafını çevirdi, burası benimdir dedi, ilk başta kendi işledi sonra ırgatalra ve
kölelere işletttirdi, bunu korumak için de devlet denen sistemi oluşuturdu. Miras konusu için buraya tıklayınız.

Eğer sermayeye, üretim araçlarına sahip küçük azınlığa(kapitalist sınıfa) sahipseniz çalışmadan yaşayabilrsiniz. bu sınıfın dışındaysanız, çalışmadan yaşayamazsınız. kapitalist, gelirini başkalarını kendi hesabına çalıştırarak kazanır, işçi ise kendi emeği karşısında gelirini elde eder. kapitalist toplumda en çok çalışan değil, en çok sermayeye sahip olan gelirden aslan payını alır.

Bu iki sınıf arasında yoğun bir mücadele vardır. bu toplumda çarkları döndüren şey kardır. kapitalist, maksimum karı elde etmek için çabalar, bunun için yöntemlerden biri de üretim maliyetlerini(emek ücreti dahil) kısmaktır. işçi de ücretini yüksek almak isteyecek,
dolayısısla aralarında bir mücadele sözkonusu olacaktır. kapitalist, kapitalist olarak kalabilmek ve daha da büyümek için kar etmek zorundadır, işçi ise yaşamını sürdürebilmek için düzgün bir ücret almaya çabalamak zorundadır. yani koyun can derdinde, kasap et
derdinde. işçi-işveren, sermaye-emek arasında bahsedilen uyum gevezelikten başka birşey değildir. kapitalist sınıfta bir sınıfın yararı diğer sınıfın zararına olduğu için böyle bir uyum olması kapitalizmin mantığına aykırıdır.

Artı değer

İşverenin elde ettiği kar nereden gelir. işçiye ücret olarak ödenen ile işçinin hammaddeye kattığı değer arasındaki farkı, işveren kendisine alıkoyar. işte, kar buradan gelir. bu fark olmazsa olmaz. çünkü işveren işçiyi bunun için kiralar. bu farka artı-değer denir.

Peki işçiye verilecek ücret ne olacaktır? en azından işçinin yaşamını sürdürebilmesi için, yemesi, içmesi, barınabilmesi için yeterli düzeyde olmalı. bunun yanında işçinin sosyal hayatına da imkan verecek düzeyde olmalıdır. ancak bir çok yerde bu ücret düzeyi bırakın
sosyal hayatı, yaşam masrafarını karşılamaya bile yetmemektedir. işveren artı değerden kendisine çok fazla pay almayı tercih etmektedir.

"Burada kapitalistler şöyle bir itirazla karşımıza geliyorlar. işverenler, ellerindeki parayı harcamayıp tasarruf ediyorlar, onu üretim araçları satın alarak ve bunları kullanarak değerlendiriyorlar. dolayısyla bu artı-değer onların hakkıdır. diğerleri de bu fedakarlık da bulunsun, onlar da tasarrufta bulunup, üretim aracaı alsınlar." işte kaptalistin aklı bu kadar çalışıyor, ama karl marx, bu itirazın cevabını çok güzel vermiş. "işçini karnını zor doyuruyor, hangi parayla tasarruf etsin".

Rekabet ve tekelcilik

Rekabet teoriye göre güzel bir şeydi. ama kapitalistler, uygulamanın teoriye uygun düşmediğini gördüler. rakabetin karı azalttığını, anlaşıp birleşmenin ise artırdıgını keşfettiler. amaçları kar olduguna göre, rekabete ne gerek vardı. bir araya gelmek, birleşmek,tekeller tröstler, karteller oluşturmak onlar için çok daha iyiydi. tekelcilik her ne kadar devlet tarafından önlenmye çalışıyorsa da kartellere ve tröstlere dur denemiyor. rekabetçi sanayiler, iyi zamanlarında kar ederler, kötü zamanlarında ise açık verirler. ama tekelci sanayide izlenen model farklıdır. iyi zamanlarda muazzam karlar elde etmek, kötü zamanlarda ise biraz daha az kar etmek.şimdilk bunların hepsine tekelci diyeceğim.

Tekelci kapitalistlerin, fiyatları diledikleri gibi saptamak durumunda olduklarını görüp analmak güç değildir. ve böyle yapıyorlar da, bazen ani zamlarla bazen aşamalı zamlarla. fiyatları, en fazla karı elde edebilecekleri düzeyde saptıyorlar. bunu ya kendi aralarında anlaşarak yapıyorlar, veya en güçlü şirket fiyatı ilan ediyor, diğerleri de "kaptanı izle" oyununa katılıyorlar. bir de sık sık olduğu gibi, temel patentleri denetimleri altında bulunduruyrlar ve gerekli üretim iznini ancak kendi çizgilerinde gitmeyi kabul edenlere veriyorlar.

Ne zaman güç ve servetin birkaç elde tehlikeli bir biçimde toplandığı öne sürülse, büyük iş çevrelerinin savunucuları, manzaranın çizildiği kadar karanlık olmadığını öne sürerler. bunlar, karların gereksiz şekilde yüksek olması halinde bile, bu karların küçük bir grupta değil, hisse senetleryile milyonlaraca insana dağıtıldığını ileri sürerler. yani dev karlar, yalnızca Bay Kodaman'a değil, aynı zamanda birçok insana da gitmektedir. bu, akla yatkın bir kanıttır ve pekçok kişiyi aldatır. ancak bu sav da boştur. hisse senetlerinin sahiplerinin sayısı çok olabilir. ama bu önemli değildir, önemli olan kaç kişinin nekadarlık bir hisseye sahip olduğudur. ve karın ortaklar arasında nasıl bölüştürüldüğüdür. bu rakamları gördüğünüzde halkın, bu hisselere mikroskobik düzeyde sahip olduğunu görebilrisniz. oysa Bay Kodaman onun büyük bir kısmına sahiptir.

Gelir Dağılımı

Birçok kapitalizm yanlısı, "eğer kapitalizm yanlış bir yolsa ABD ne kadar bu kadar zengin" diye sorarlar. bu da Amerikan filmlerinin aldatıcılığına kanan birçok insanı etkiler. halbuki amerikalıların iyi yaşadıkları doğru değildir. küçük bir azınlık, lüks içinde gerçekten de kimisinin hayal edemeyeceği bir lüks içinde yaşamaktadırlar, bu doğru ama çoğu sefalet içindedir. "yüksek hayat standardı" geyikleri halkın büyük çoğunluğu için geçerli değildir. ulusun üçte biri kötü konutlarda oturuyor, kötü giyiniyor kötü besleniyor.
Ancak şu da bir gerçektir ki, ABD halkının birçok ülke halkına göre daha yüksek bir hayat standardıyle yaşadığı doğrudur. fakat bu onların varlık içinde olduğunu değil, diğer ülke halklarının yoksul olduğunu gösterir.

Bunalım ve Depresyon

Kar sağlayabilmek için, kaptialistler işçilerine mümkün olduğu kadar az ücret ödemek durumundadır. oysa ürettiklerini satmak içinse, kapitalisler işçilerini mümkün olduğunca fazla ödemek zorundadırlar. ikisini birden yapamaz. düşük ücret yüksek kar sağlar, ama aynı
zamanda mal talebini azalttığı için karı olanaksız hale getirir. çözümlenemez bir çelişki. kapitalist sistemin çerçevesi içinde çıkar yol yoktur. depresyon, bunalım ve şu sıralarda adını daha sık duyduğumuz şekliyle kriz kaçınılmazdır.

Ancak gene de kapitalist sistemin iş sağlayabileceği bir yol vardır. kapitalizmi kötürümleştiren kusurların, yani yetersiz tüketim ve aşırı üretimin giderilebileceği bir yol vardır. tepede sallanan aşırı üretimin korkusundan kurtulmanın, üretilen herşeyi karla satabilmenini bir yolu vardır. kapitalizmin öldürücü hastalığı olan bunalımın ve depresyonun tadavi etmenin bir yolu vardır: SAVAŞ. 1929 bunalımından sonra, ancak bir savaşın hazırlanması ve yürütülmesi ile kapitalist sistem, insanlara tam istihdam, malzeme, makine ve para sağlamak üzere, işlemesine devam edebilirdi. I. dünya savaşı da benzer sebeplerden çıkmamış mıydı?

Emperyalizm ve Savaş

Büyük boyutlu tekelci sanayi, üretici güçleri, daha önce görülmeyen bir ölçüde geliştirdi. sanayicilerin mal üretme güçler, yurttaşlarını tüketim güçlerinden dah büyük bir hızla artıyorsdu. bu, onları, mallarını anayurdun dışında satmak zorunda bırakıyordu. üretim fazlasını tutabilecek yabancı pazarlar bulmak zorundaydılar. bunları nereden bulacaklardır? tabiki sömürgelerde.

Üretilen fazla mal için pazarlar bulmak zorunluluğu, sömürgeler edinme konusunda duyulan baskının ancak bir kısmıydı. büyük çaptaki kitle üretiminin çok miktarda hammaddeye gereksinmesi vardı. kauçuk, petrol, nitrat, kalay, bakır, nikel ve bunlara benzer daha bir
yığın şey, tekelci kapitalistlere her yerde gerekli olan hammaddelerdi. bunlar, bu gerekli hammaddelerin kaynaklarına sahip olmak veya bunları denetimleri altında bulundurmak isterlerdi. emperyalizmi yaratan ikinci etken buydu. ama bu baskından daha da önemlisi, bir
başka fazlalık için de pazar bulmak zorunluluğuydu: sermaye fazlalığı için.

Emperyazlimin ana nedeni buydu. tekelci sanayi, sahibinde çok büyük karlar getirmişti. aşırı karlar. sahibinin ne yapacağını bilemeyeceği kadar çok büyük para. bu para, yurt içinde gelir getirici yatırım için kullanılabileceklerden de fazlaydı. sermayenin bir fazla birikimiydi. mal ve sermaye için pazarlarda karlar arayan bu mali ve sınai birlik, emperyalizmin başlıca kaynağı olmuştur.

20.yy'da her büyük sanayi ülkesinde, tekelci kapitalizm gelişmiş ve onunla birlikte sermaye fazlası ile ürün fazlasınını ne yapılacağı sorunu da ortaya çıkmıştır. kendi ulusal pazarlarının denetim altında bulunduran çeşitli devler, uluslararası pazarlarda karşı karşıya geldikleri zaman önce amansız bir rekabete girişirler, ardından da anlaşmalar, birleşmeler, uluslararsı karteller kurulur. dünya piyasasını bölüşmek üzere aralarında anlaşmalar yapan bu büyük uluslararası birleşmeler ile rekabetin sona ermesi ve uzun bir barış döneminin başlaması beklenir. ama böyle olmaz, çünkü kuvvet oranları sürekli değişmektedir. bazı şirketler gittikçe büyür ve kuvvetlenirken, ötekiler zayıflar ve geriler. böylece eskiden haklı ve yerinde görülen bölüşüm, artık yerinde olmaz. güçlü grup tarafında bir hoşnutsuzluk başlar ve bunu daha büyük bir pay alma savaşı izler. her hükümet kendi uyruklarını korumak için ayağa kalkar. bunun kaçınılmaz sonucu savaştır.

Emperyalizm savaşa yol açar. ne var ki, savaş da hiç bir şeyi kesin olarak çözemez. bir masa etrafında çözülemez hale gelen kırgınlıklar,anlaşmazlıklar, şimdi pazarlığın yerini yokedici atom bombalarınını, sakat insanların, parçalanmış cesetlerin alması ile ortadan kalkmış olmaz. Hayıııır! pazar avı sürüp gitmelidir. tekelci kapitalizm, mal ve sermaye fazlası için alan bulmak zorundadır ve tekelci kapitalizm varoldukça yeni savaşlar olacaktır.

Savaşın tek çıkış sebei bu da değildir, dev şirketler arasında değil de, devletler arasında doğup büyüyen anlaşmazlıkar yüzünden çıkan savaşların ana kaynağı da hammaddeleri ele geçirmektir(Körfez savaşı, Bosna-hersek savaşı). hadi savaş çıktı diyelim, süper güçler
tarafından 1-2 günde bitirilmesi gereken bu savaşlar neden aylarca yıllarca sürmektedir. neden biliyormusunuz. tabiki ürettikleri silahları gizlice savaşan ülkelere satmak için.

Devlet ve Din

Üretim araçlarındaki özel mülkiyet, kendine özgü bir mülkiyettir. bu mülkiyet, ona sahip olan sınıfa, sahip olmayan sınıf üzerinde bir güç verir. sahip olanın yalnız çalışmadan yaşamasını sağlamaz, bir yandan da sahip olmayanların çalışıp çalışmayacağı ve hangi koşullar altında çalışacaklarını saptama hakkını da verir. yani bir çeşit efendi ve hizmetçi ilişkisi kurar; kapitalist sınıf, emirler verme mevkiinde, işçi sınıfı ise bunları yerine getirme durumundadır.

Bu durumda doğal olarak iki sınıf arasında sürüp giden bir çatışma olacaktır. bu durumda, mevcut mülkiyet ilişkisinin -azınlığın bu denli yararına, çoğunluğun bu denli zararına olan bu mülkiyet ilişkisinin- devamını sağlamak için bir yol, bir yöntem bulunması gerekir. zengin azınlığın, emekçi çoğunluk üzerinde, toplumsal ve ekonomik egemenliğinini sürüp gitmesini sağlayacak güce sahip bir kurumun varlığı zorunludur.

Bu kurumlardan ilki devlettir. kapitalist sınıfın işçi sınıfı üzerinde egemenlik kurmasını sağlayan devletin, özel mülkiyet ilişkilerinin tümünü korumak ve sürdürmek görevidir. üretim araçalarının özel mülkiyetine sahip olanlar ile olmayanlar arasında bir çatışma olduğu zaman, mülk sahipleri, devletin kişiliğinde, mülksüzlere karşı güçlü bir silah bulurlar.

Bizi, devletin, bütün sınıfların üzerinde olduğuna inandırmaya çalışırlar. O, zengin yoksul, yüksek alçak, herkesi temsil eder derler. ama aslında, kapitalist toplum, özel mülkieyete dayandığından, özel mükiyete karşı yapılacak her davranış karşısında, gereğinde şiddet
kullanmaya kadar varan devleti bulacaktır. kaptalizmin kurucusu sayılan Adam Smith bile şöyle demiştir: "sivil hükümet, mülkiyetin güvenliğini korumak için kurulduğu sürece, aslında zenginliğin yoksula karşı veya biraz malı mülkü olanını olmayan karşı savunulması
için kurulmuştur". yani ekonomik egemenliğe sahip sınıf, devlet yönetimine de sahiptir.

Aklınıza şu soru gelebilir: madem ki devlet mekanziması kapitalist sınıfını denetimi altındadır ve onun çıkarına işlemektedir, kapitalistlerin gücünü düzenlemek ve sınırlandırmak için hazırlanan kanunlar, neden yasalarda yeralmaktadır? Cevap: devlet, ancak zorlandığı taktirde, mülksüzler adına, mülk sahiplerine karşı harekete geçer. şu veya bu çatışma noktasında boyun eğmek zorunda kalır, çünkü işçi sınıfndan gelen baskı okadar büyüktür ki, ödün vermek zorunludur. yoksa "yasa ve düzen" tehlikeye girdiği gibi, daha da kötüsü (tabiki egemen sınıf açısından daha da kötüsü) devrim bile olabilir. ama unutulmaması gerekn nokta şudur; böyle dönemlede elde edilen bütün ödünler, mevcut mülkiyet ilişkileri sınırları içerisindedir. kapitalist sınıfın ana çerçevesi, hiç dokunulmadan öylece durmaktadır. ödünler bu çerçeve içinde verilmektedir. egemen sınıfın ortak amacı, bütünü kurtarmak için bir noktada boyun eğmektir.

Devlet, bir sınıfın öteki sınıf üzerinde egemenliğini kurmak ve sürdürmek için bir araç olduğuna göre, ezilen çoğunluk için gerçek özgürlük var olamaz. duruma ve koşullara bağlı olarak şu veya bu derecede özgürlük verilecektir, ama son tahlilde, özgürlük ve devlet sözcüklerii sınıflı bir toplumda bir araya getirilemez.

Sadece devlet midir, bu iki sınıfın arası ilişkiyi düzneleyen, hayır. bir de zaten varolan dini kullanama düşüncesi. kapitalistler, kimisi kasıtlı oalrak kimisi farkında olmadan dini kullanır ve isyan edecek potansiyele sahip insanların bu aşırı duygularını bastırırlar veya bunu din adamlarına yaptırılar. din adamlarından bazıları da bunu bilerek bazıları da bilmeyerek yapar. onlara öteki dünya düşüncesini aşılarlar. önemli olanın bu dünyadaki varlık değil, öteki dünyadaki cennet ödülü olduğunu ve aslında yüce bir varlığın onları sınava tabi tuttuğunu anlatırlar. insanlar da pek tabiki bu haksızlıklara öteki dünyada alacakları mükafat için razı olurlar. kendilerinin ödüllendireleceğini, ezenlerin ise cezalandırılacağını düşünürler.  Bugünkü toplum, tamamen geniş emekçi kitlelerin nüfusunun ufak bir azınlığı; yani toprak sahipleri ve kapitalistler sınıfı tarafından sömürülmesi esası üzerine kurulmuştur. Bütün yaşamları boyunca kapitalistler hesabına çalışan "özgür" işçilere sadece kazanç sağlayan kölelerin yaşamını sürdürmeye, kapitalist köleliğin güvenini ve sürekliliğini sağlamaya yetecek oranda geçim olanağı "tanındığından", bu toplum bir köle toplumudur.
      İşçilerin ekonomik baskı altında olmaları, kaçınılmaz biçimde her türlü siyasal baskıya, toplumsal aşağılanmaya, kitlelerin ruhsal ve moral çöküntüsünün artmasına yol açar. İşçiler ekonomik kurtuluşları adına az ya da çok ölçüde siyasal özgürlük elde etmek için savaşabilirler. Ne var ki, kapital gücü yönetimden yok edilmedikçe ne oranda olursa olsun elde edilecek siyasal özgürlük, işçileri yoksulluktan, işsizlikten ve baskıdan kurtaramayacaktır.
      Başkaları hesabına çalışmaktan, yerine getirilmeyen isteklerden ve yalnız bırakılmışlıktan yılmış halk kitleleri üzerine her yerde büyük ağırlıkla yüklenen ruhsal baskı biçimlerinden biri dindir. Doğaya yenik düşen ilk insanların tanrılara, şeytanlara, mucizelere ve benzeri şeylere inanmasına yol açışı gibi, sömürülen sınıfların sömürenlere karşı mücadeledeki yetersizliği de kaçınılmaz olarak ölümden sonra daha iyi bir yaşamın varlığına inanmalarına yol açar. Din, bütün yaşamı boyunca çalışan ve yokluk çekenlere, bu dünyada azla yetinmeyi, kısmete boyun eğmeyi, sabırlı olmayı ve öteki dünyada bir cennet umudunu sürdürmeyi öğretir. Oysa yine din, başkalarının emeğinin sırtından geçinenlere bu dünyada hayırseverlik yapmayı öğreterek, sömürücü varlıklarının ceremesini pek ucuza ödemek kolaylığını gösterir ve cenette de rahat yaşamaları için ehven fiyatlı bilet satmaya bakar. Böylelikle din, halkı uyutmak için afyon niteliğindedir. Din, sermaye kölelerinin insancıl düşlerini, insana daha yaraşan bir yaşam isteklerini içinde boğdukları bir çeşit ruhsal içkidir.
      Ne var ki, köleliğinin bilincine varmış ve kurtuluşu için mücadeleye başlamış köle, kölelikten yarı yarıya çıkmış demektir. Fabrika endüstrisinin yetiştirdiği ve kent yaşamının aydınlattığı modern, sınıf bilinçli işçi, dinsel önyargıları bir yana atar, cenneti papazlara ve burjuva bağnazlarına bırakır ve bu dünyada kendisi için daha iyi bir yaşam elde etmeye çalışır. Bugünün proletaryası, din bulutuna karşı savaşta bilimden yararlanan ve işçileri bu dünyada daha iyi bir yaşam adına kavga vermek için birleştirerek öteki dünya inancından kurtaran sosyalizmin yanında yer alır.
      Din, kişinin özel sorunu olarak kabul edilmelidir. Sosyalistler, din konusundaki tavırlarını genellikle bu sözlerle belirtirler. Oysa herhangi bir yanlış anlamaya yol açmamak için bu sözlerin anlamı kesinlikle açıklanmalıdır. Devlet açısından ele alındığı sürece, dinin kişisel bir sorun olarak kalmasını isteriz. Ancak, Partimiz açısından dini kişisel bir sorun olarak göremeyiz. Dinin devletle ilişkisi olmaması, dinsel kurumların hükümete değin yetkileri bulunmaması gerekir.
      Herkes istediği dini izlemek ya da dinsiz, yani kural olarak bütün sosyalistler gibi ateist olmakta tamamen özgür olmalıdır. Vatandaşlar arasında dinsel inançları nedeniyle ayrım yapılmasına kesinlikle göz yumulamaz. Resmi belgelerde bir vatandaşın dininden söz edilmesine de son verilmelidir. Kiliseye ve dinsel kurumlara hiçbir devlet yardımı yapılmamalı, hiçbir ödenek verilmemelidir. Bunlar, devletten tamamen bağımsız, aynı düşüncedeki kişilerin oluşturduğu kurumlar niteliğinde olmalıdır. Ancak bu isteklerin kesinlikle yerine gelmesi halinde, kilisenin devlete Rus vatandaşların ise kiliseye feodal bağımlılıklarının sürdüğü, (bügüne kadar ceza yasalarımızda ve hukuk kitaplarımızda yer alan) engizisyon yasalarının var olduğu ve uygulandığı, insanları inançları ya da inançsızlıkları nedeniyle cezalandırdığı, insanların vicdan özgürlüğünü baltaladığı ve kilisenin şu ya da bu afyonlamasıyla hükümetten gelir ya da mevki sağladığı utanç verici geçmişe son verilebilir. Sosyalist proletaryanın modern devlet ve modern kiliseden istediği, kilise ile devletin birbirlerinden kesinlikle ayrılmasıdır.

      Rus devrimi, bu isteği siyasal özgürlüğün bir gereği olarak gerçekleştirmelidir. Polis yönetimli feodal otokrasiye bağlı memurların başkaldırısı, kilise evresinde bile huzursuzluk, tedirginlik ve öfke yarrattığı için din ve devleti ayırma isteğini gerçekleştirmek konusunda Rus devrimi özellikle elverişli bir ortamdadır. Rus Ortodoks din adamları her ne kadar cahilseler de, onlar bile Rusya'daki eski, ortaçağa uygun düzenin yıkılmasıyla patlayan gümbürtüden uyandılar. Onlar bile özgürlük isteğinde birleşiyor, onlar bile bürokratik uygulamalara ve memur zihniyetine, "Tanrının hizmetkârları"nı zorla polise casusluk ettirmek isteyenlere karşı çıkıyorlar. Biz sosyalistler, bu hareketi desteklemeli, kilisenin dürüst ve içten üyelerine doğru sonuca ulaşmaları konusunda yardımcı olmalı, onların özgürlük isteklerini sürdürmelerini sağlamalı ve kilise ile polis arasındaki ilişkiyi koparmalarını onlardan istemeliyiz. Ya içtenlikli ve dürüstsünüzdür, ki o zaman kilise ile devletin ve kilise ile okulun kesinlikle birbirlerinden ayrılmasından, dinin tamamen kişisel bir sorun olarak kabul edilmesinden yana olursunuz. Ya da özgürlük konusunda bu tutarlı istekleri benimsemezsiniz, ki o zaman da engizisyon geleneklerinin hâlâ tutsağı demeksinizdir; rahat memuriyetlerinize ve hükümet kaynaklı gelirlerinize bağlısınız demektir; silahınızın ruhsal gücüne inanmıyorsunuz ve devletten rüşvet almayı sürdürüyorsunuz demektir. O takdirde de bütün Rusya'daki sınıf bilinçli işçiler size amansız bir savaş açacaklardır.
      Sosyalist proletaryanın partisi açısından, din kişisel bir konu değildir. Partimiz, işçi sınıfının kurtuluşu adına bir araya gelmiş sınıf bilinçli, ileri savaşçıların toplandıkları bir yerdir. Böylesi bir birlik dinsel inanç biçiminde ortaya sürülen sınıf bilinci yoksunluğuna, bilgisizliğe ve geri kafalılığa kayıtsız kalamaz ve kalmamalıdır. Din diye tanımlanan ve halkın üzerine indirilen koyu sisle, sözlerimizi ve yazılarımızı kullanarak tamamen ideolojik silahlarla savaşabilmek için kilisenin kaldırılmasını istiyoruz. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisini, işçilerin her türlü dinsel uyutmacadan kurtulması adına mücadele etmek için kurduk. Bizim için ideolojik mücadele kişisel bir sorun değil, bütün Partinin, bütün proletaryanın sorunudur.
      Madem ki durum böyledir, o halde Programımızda ateist olduğumuzu neden açıklamıyoruz? Hıristiyanların ve öteki dinlere inananların partimize girmesini neden yasaklamıyoruz?
      Bu soruya verilecek cevap, din sorununun burjuva demokratları tarafından ortaya konuluşu ile Sosyal Demokratlar (Marksistler-b.n.) tarafından ortaya konuluşu arasındaki ayrımı belirleyecektir.
      Bizim Programımız tamamen bilimsel, dahası materyalist dünya görüşü temeli üzerindedir. Bu nedenle Programımızın açıklanması demek, din sisinin gerçek tarihsel ve ekonomik kökenlerinin açıklanmasını da zorunlu kılacak demektir. Propagandamız kaçınılmaz olarak ateizm propagandasını, gerekli bilimsel yayımların yapılmasını, otokrat feodal hükümetin bugüne kadar yasakladığı ve kovuşturduğu yazıların Parti çalışmalarımızın bir dalı haline getirilmesini de içermektedir. Bir zamanlar Engels'in Alman sosyalistlerine verdiği öğüdü şimdi bizim izlememiz gerekebilir: Onsekizinci yüzyıl Fransız Aydınlanma dönemi düşünür ve ateistlerinin yazıları çevirilmeli ve geniş ölçüde yayılmalıdır.
      Ancak, hiçbir koşulda din sorununu burjuva radikal demokratlarının sık sık yaptığı gibi, soyut, ülkücü bir biçimde, sınıf mücadelesinden kopuk "entellektüel" bir sorun olarak ortaya koymak yanlışına düşmememiz gerekir. Aşırı baskı temeline oturan ve işçilerin eğitilmediği bir toplumda, dinsel önyargıların sadece propaganda yöntemleriyle yok edilebileceğini sanmak budalalık olur. İnsanlığın üzerindeki din boyunduruğunun, toplumdaki ekonomik boyunduruğun bir sonucu ve yansıması olduğunu akıldan çıkarmak burjuva dar görüşlülüğünden başka birşey değildir. Proletarya kapitalizmin karanlık güçlerine karşı kendi mücadelesiyle aydınlanmadıkça, ne kadar bildiri dağıtılırsa dağıtılsın, ne kadar söz söylenirse söylensin proletaryayı aydınlatmak olanaksızdır. Bizim açımızdan ezilen sınıfın bu dünyada bir cennet yaratmak adına gerçek devrimci mücadelede birleşmesi, öteki dünya cenneti konusunda proletaryanın görüş birliğine gelmesinden daha önemlidir.
      İşte bu nedenle Programımızda ateist olduğumuzu belirtmiyoruz ve böyle davranmak zorundayız. İşte bu nedenle, eski önyargılarını henüz sürdüren proleterlerin Partimize katılmalarını engellemiyoruz ve engellememek zorundayız. Biz her zaman bilimsel dünya görüşünü öğütleyeceğiz ve çeşitli "Hıristiyanlar"ın tutarsızlıklarıyla savaşacağız. Fakat bu hiçbir zaman, yeri olmadığı halde din sorununun birinci plana alınması demek değildir. Yine bu hiçbir zaman, gerçekten devrimci ekonomik ve siyasal mücadele güçlerinin üçüncü sınıf görüşler ya da anlamsız fikirler nedeniyle birbirlerinden kopmasına, siyasal önemlerini kaybetmesine, ekonomik gelişim karşısında bir yana itilivermesine göz yummamız da demek değildir.
      Her yerde ve şimdilerde de Rusya'da reaksiyoner burjuvazi, gerçekten önemli, temel ekonomik ve siyasal sorunlardan, yani Rus proletaryasının devrimci mücadelede birleşmesiyle bugünlerde çözümlenmeye başlanmış olan sorunlardan kitlelerin dikkatini uzaklaştırmak amacıyla din adına mücadeleyi kendine uğraş edinmiştir. Bugün kendini Kara Yüzler kıyımlarında gösteren ve devrimci mücadeleyi bölmeyi amaçlayan bu reaksiyoner tutum, yarın çok başka ve çok ustalıklı biçimler alabilir. Biz, durum ne olursa olsun, bu reaksiyoner tutum karşısında serinkanlı, dirençli olacağız ve temelde olmayan ayrımların etkilemeyeceği bir öğretiyi, bilimsel dünya görüşünü ve proleter dayanışmasını öğreteceğiz.
      Dinin devletten ayrılması açısından, devrimci proletarya dini gerçekten kişisel bir sorun durumuna getirmeyi başaracaktır. Ve ortaçağ kalıntısı küflenmiş görüşlerden arınmış, bu siyasal düzende, proletarya, din aldatmacasının gerçek kaynağı olan ekonomik köleliğin kalkması için açık ve yaygın mücadele verecektir.

umutulaş___mustii)))

 
  06 NİSAN 2008 DEN BUGÜNE 24438 ziyaretçi (50780 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol